TAHA SURESİ

20/TÂHÂ-1 Tâ, hâ

20/TÂHÂ-2 Mâ enzelnâ aleykel kur’âne li teşkâ.
Kur’ân’ı sana meşakkat (güçlük) olsun diye indirmedik

20/TÂHÂ-3 İllâ tezkiraten li men yahşâ.
Huşû sahiplerine zikir olsun diye indirdik.

20/TÂHÂ-4 Tenzîlen mimmen halakal arda ves semâvâtil ulâ.
Bu Zikir, Arzı ve yüksek semaları yaratan Allah tarafından indirilmiştir.

Hükümlerine sadakat dairesinde sınamak gayesiyle yeryüzüne gönderdiği insanoğlu için, İlahi ilmi ve hikmetiyle kulları yararına hükümler koyan Alim ve Hakim Allah, her dönem içinde, Resul’leri vasıtasıyla sınav hükümlerini ihtiva eden buyruklarını iletmiştir. Ve her dönem gönderdiği hükümler {bkz; Beyyine suresi 3} aynı olduğu için, “hükümlerin tekrarı” manasıyla Kuran’ın ana ismi zikr’dir. Kuran’ın ve Hz Musa’ya gönderilen Tevrat’ın ve Hz İsa’ya gönderilen İncil’in ve diğer Resul’lere gönderilen kitapların ortak ismi, aynı hükümleri barındırdığı için “hükümlerin tekrarı” manasıyla zikr’dir. Zikir tek tanrılı “İslam dininin hüküm kitabının ortak ismi” iken; Kuran Tevrat veya İncil gibi isimler Zikr’in { bkz: Rad suresi 38} dönemsel niteleyici adlarıdır. Diğer gönderilen kitaplar geçmişte aracılar tarafından tahrif edildiği için bu nedenle Aziz Allah  SÂD suresi 1. ayetinde Kur’an’dan “Zikr kitabının sahibi” yani  “içinde İslam hükümlerini eksiksiz barındıran tek ve yegane kitap” olduğunu vurgulamıştır. Tezekkür; Allah’ın eksiksiz kitabı olan Zikr/Kuran ayetleri ile bildirdiği hususlara iman edip Zikr ayetlerindeki bilgiler ile bir konuyu zihninde muhakeme edip karar vermek demektir. Örneğin “sadaka verin” diyen bir ayetini okurken sadakaların “yoksunlara verilmesini açıklayan” bir diğer ayetiyle zihninde birleştirip her ayetini Allah’ın açıklama getirdiği bir diğer Kuran ayetiyle zihninde örtüştürerek kavramakla ; Aziz Allah’ın kullarından isteklerini, menfaat uğruna değiştiren aracılara ihtiyaç duymadan, Zikr hükümleriyle yani Te-Zikr/Tezekkür yöntemiyle Allah’a aracısız yönelmek demektir. {bkz;Sad 29,İbrahim 52, Zumer 18 Mümin 54}  parantez içinde verdiğimiz konumuzu açıklayan te-Zikr örnekleri gibi. Ulul’elbab; Zikr ile tezekkür etmekle aracıların yalan yanlış eksik bilgilerine ihtiyaç hissetmeden ve zihnini sadece Allah’ın hak bilgisiyle doldurup böylece temiz akıl sahiplerinden kalan kullara Ulul’elbab denir. Ulul’elbab; “her dönem” {bkz; Zumer suresi 18 Rad suresi 10} tebliğ edileni saklamadan muktesim müşrikler gibi { bkz; hicr suresi 90} değiştirmeden dini açıklayıp yaşayıp yaşatanlar demektir. Ayrıca; Ulul’elbab kişilerin detaylı özellikleri için bkz; Rad suresi 19~25

20/TÂHÂ-5 Er rahmânu alâl arşistevâ.
(Semalarda ve arzda olan tüm iş ve oluşları) Rahmân kendi arşı üzerine istiva etti.

istiva etmek = Yeryüzündeki tüm iş ve oluşların Allah’ın otoritesine bağlı olarak, Allah’ın emriyle yürütülmesi ve tedbir edilmesi demektir. Ayetinde; Allah’a uydurma evlatlar nisbet ederek o uydurdukları evlatlar üzerinden sömürü hükümleri yazan müşriklerin iddialarının aksine; Allah’ın yeryüzü yönetiminde kimseyi vekil kılmadığı ve yeryüzündeki tüm iş ve oluşların {Melek hızıyla bile 50 bin yılda ancak ulaşılabilen Allah’ın Mearic 4 } arş-ı Âla katından ve onun otoritesine bağlı olarak idare ve tedbir edildiği vurgulanmaktadır.

20/TÂHÂ-6 Lehu mâ fis semâvâti ve mâ fîl ardı ve mâ beynehumâ ve mâ tahtes serâ.
Semalarda ve arzda ve ikisinin arasında ve de nemli toprağın altında olanlar, O’nun mülkü ve otoritesindedir.

20/TÂHÂ-7 Ve in techer bil kavli fe innehu ya’lemus sirre ve ahfâ.
Ve sen, bir sözü (Allah’ın beyanları olan Zikr’i) açıklasan da (açıklamasan da) muhakkak ki ; O gizlenmekte olan en büyük sırları (Bkz: Taha suresi 15 kıyametin kopmasıyla İnsanların ahirette Allah tarafından sorgulanacaklarını ve müşrik ruhbanların bu hakikatı kullardan sır gibi gizlediklerini) muhakkak ki O Allah bilir.

20/TÂHÂ-8 Allâhu lâ ilâhe illâ huve, lehul esmâul husnâ.
O Allah ki, (müşriklerin iddia ettiği gibi yeryüzünde) O’ndan başka (hüküm koyucu bir başka) ilah yoktur. En güzel isimler, O’nundur.

20/TÂHÂ-9 Ve hel etâke hadîsu mûsâ.
Sana Musa (A.S)’ın hadisi (Allah’ın bildirdiği mutlak gerçek haberi) geldi mi?

20/TÂHÂ-10 İz raâ nâren fe kâle li ehlihimkusû innî ânestu nâren leallî âtîkum minhâ bi kabesin ev ecidu alân nâri hudâ(huden).
O, (Tur-i Sina dağı üzerinde sürekli yandığı halde sönmeyen) o ateşi gördüğü zaman ailesine şöyle demişti: “Burada durup beni bekleyin! Muhakkak ki ben, o sönmeyen ateşi gördüm. Belki o ateş Allah’tan bir çağrı ise, kimbilir belki orada hidayeti bulurum, ya da o sönmeyen ateşi getiririm de böylece onunla sürekli ısınırız.

20/TÂHÂ-11 Fe lemmâ etâhâ nûdiye yâ mûsâ.
Böylece oraya geldiği zaman “Ya Musa!” diye ona nida olundu.

Hz Musa (A.S) {Bkz; Taha suresi 15} Tur-i sina dağında tuva isimli o vadiye vardığı zaman {Bkz; Kasas suresi 30 ve Neml suresi 8} o ateşin hemen yanında vadinin sağ tarafındaki bir ağacın arkasından ona vahiy edilmişti. Musa (A.S) ilk kez o ateşin başında iken, Allah tarafından “mukaddes ve mübarek kılınarak” risalet görevi kendisine orada tebliğ edilmiştir. Bkz; Taha suresi 12
Mübarek mubārakمبارك Allah tarafından kutsanma demektir. Mübarek kılınanlar Hz Musa (A.S) gibi Allah tarafından kutsanıp bir gaye uğrunda ancak ve sadece o gayede işe yarayan geçici özel mucizevi yardımlar tahsis edilen nebilerdir. Neml suresi ayetlerinde; Hz Süleyman, Hz Davud, Hz İsa (A.S) gibi Allah tarafından mübarek kılınıp emrine mucizeler tahsis edilmiş olan geçmişte yaşamış tüm Nebiler ismen zikredilmektedir. Meleklere de kendi görevlerine uygun olarak hız/boyut değiştirme vahiy bildirme helak etme vb gibi bazı olağanüstü mucizevi özellikler tahsis edildiği için, ilgili muhtelif ayetlerinde melekler için de “Allah’ın mübarek kıldığı Resuller’i” zikredilir.

20/TÂHÂ-12 İnnî ene rabbuke fehla’ na’leyke, inneke bil vâdil mukaddesi tuvâ(tuven).
Muhakkak ki, Ben senin Rabbinim. Şimdi pabuçlarını çıkar. Şüphesiz sen, (Tur-i Sina dağında) Rabb’inden sana mukaddesat verilecek olan (Risalet ile şereflendirileceğin) vadi Tuva’dasın.

20/TÂHÂ-13 Ve enahtertuke festemi’ li mâ yûhâ.
Ve Ben, (Resul olarak) seni seçtim. Öyleyse şimdi sana vahyolunan şeyi dinle!

20/TÂHÂ-14 İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî ve ekımis salâte li zikrî.
Muhakkak ki Ben Allah’ım. Ve (müşriklerin iddialarının aksine yeryüzünde hüküm koyucu) Benden başka bir İlâh yoktur. Öyleyse (yalnızca) Bana kul ol ve Benim zikr’imi ikame et!

Geçmişte tüm çok tanrılı inançlarda; Güneş tanrısı baş tanrı olarak kabul ediliyordu.  Ve yıldızlar; Tanrının dünyayı yönetmek adına muhtelif konularda vekili olarak yetkilendirdiği, kızları veya oğulları varsayılıyordu. Ve İslam haricinde geçmişte varolmuş ulusların tümü yıldızların isimlerine totemleştirdikleri gök tanrı putları üzerinden yıldız ilahlara tapınırlardı. Ve tanrıların/ilahların isteklerini put sahibi anılan “put hizmetkarı” kahinlerden öğrenirlerdi. Bu hakikat Kuran’da Enam suresi 75~83 ve Saffat suresi 83~98 ayetlerinde kıssa edilerek; Hz İbrahim üzerinden detaylı bir şekilde örneklenir. Ve gök Tanrı inançlarına göre (o dönem mesafe ölçer cihazlar henüz olmadığından) gökkubbeyi dünyanın tepesinde yüksek direkler üzerinde kurulu Tanrı’ların yaşadığı düz bir katman olarak tahayyül ederlerdi. Bu yüzden göktanrı inançlarına bir reddiye olarak {bkz;Lokman suresi 10 Rad suresi 2} ayetlerinde  “gökyüzünü direksiz yarattık” vurgusu yapılmıştır. Kuran indiği dönemde de atalarının gök Tanrı inançlarını kitaplarına uyarlamış olan Yahudi müşrikler ise kendi krallarını Tanrının oğlu ve vekili gösterip bu vasıtasıyla tanrının yeryüzünü idare ettiğini halka telkin ederek sömürürlerken; . Hristiyan müşrikler ise Hz İsa’yı diğer gök Tanrı inançlarında olduğu gibi Allah’ın oğlu ilan ederek onun üzerinden ruhbanlık/Kilise vasıtasıyla sömürü hükümleri yazarak halkı soyuyorlardı. Aynı fitne soygunu Arap müşriklerde Güneş Tanrı’sının kızları olarak andıkları Lat Menat ve Uzza üzerinden put sahibi kahinler tarafından gerçekleştiriliyordu. Dolayısıyla göktanrı ilahları üzerinden aldatılan halk Lat Uzza ve Menat olarak isimlendirdileri Allah’ın kızları olarak varsaydıkları, Putlar’ın hidayeti ve şefaatini umarak Allaha dolaylı yöneliyorlardı. Ve Put sahipleri Tanrının insanlardan istediği vergileri harçları miktarıyla halka iletiyordu. Put hizmetkarı aracılar Allah’ın (sözde!) Melek kızlarıyla cinler vasıtasıyla saffat 6~11 ve Hicr 17,18 ayetlerinde bu yalanları reddedildiği halde haberleştiklerini aktarıyordu. Yani halk putlar üzerinden aracılar vasıtasıyla {Bkz Zümer suresi 23 ve 31} kavmin mutrafileri anılan, elit hakim zümre tarafından sömürülüyordu. {Detayların tezekkürü için Bkz ; Mâide suresi 18 Necm 23 Nahl 55-60 Necm 23 Muminun 91} Mutrafiler için Bkz; Taha suresi 16

20/TÂHÂ-15 İnnes sâate âtiyetun ekâdu uhfîhâ li tuczâ kullu nefsin bimâ tes’â.
Bütün nefslere (tüm kullara) yeryüzündeki çalışmalarının karşılığının ( ceza ve ödül olarak) ahirette mukabele edilmesi için vakit olunan ve (halkı uydurma düzmece ilahlar üzerinden sömürmekte olan müşriklerin) neredeyse kendilerinden bile gizledikleri o kıyâmet saati mutlaka gelecektir.

20/TÂHÂ-16 Fe lâ yasuddenneke anhâ men lâ yu’minu bihâ vettebea hevâhu fe terdâ.
Dünya geçici hevesine tabi olup kıyâmet saatine, inanmayanlar, sakın seni ondan (kıyâmet gününe îmân etmekten) alıkoymasın. O taktirde sen (de) helâk olursun.

Kuran’da Ankebut suresi 64 ayetinde “kulların gerçek hayatı” olarak zikredilen ahiret hayatı ve cennet ve cehennem inancı Kuran’dan başka hiç bir kitapta olmadığı gibi,Hem Arap müşriklerde hem Ehli kitap anılan Yahudi ve Hristiyan müşriklerde (Tevrat ve İncilde) ahiret hayatı ve iki Alem inancı yoktur. Müşrikler öldükten sonra toprağın altında, “ölüler diyarı” olarak isimlendirdikleri bir yeraltı bölümüne gideceklerine inanırlardı ve ancak; “Aracılara ve aracılık kurumuna iman ve biat etmekle” {Bkz: Taha suresi 103,104} “kabir azabından kurtulup” tekrar dünyada diriltilecekleri aracılar tarafından telkin edilerek insanlar aldatılıyordu ve tekrar diriltilmelin diyeti olarak, mutrafilerin talep ettikleri çeşitli vergilerle halk sömürülüyordu. Bu önemle; Sadece İslam inancında bulunan gayb zikredilen cennet ve cehennemin bulunduğu “ikinci alem” inancına “gayb’e” yani “ahirete iman etmek” tevhidin temel direğidir. Kıyametin kopmasıyla dünyanın yok olacağına ve Kulların yeryüzü amelleri karşılığında “ahirette Allah tarafından yargılanarak” cennet veya cehennem ile mukabele göreceklerine iman etmek”, Allah adına af eden ve Allah adına cezalar uyduran, Allah adına insanları dünyada tekrar dirilten mutrafi aracıların ve aracılık kurumunun sömürü düzenlerini ortadan kaldırdığı için çok önemli bir husustur.

Mutrafiler ve mutrafi’lerin inançları/tarikatı; Tüm çok tanrılı inançlarda ve çok tanrılı inançlardan devşirilmiş Arap veya Hristiyanlık veya Musevilik gibi aracı vekaleti ile Allah’tan başka hükümler koymaya, af ve mağfiret etmeye, kendilerini yetkilendiren şirk inançlarının tümünde, (günümüzde mevcut olan İncil ve Tevratta da) “ahiret hayatı inancı” yoktur. Dolayısıyla ahiret inancı taşımayan tüm inançlarda “bir insan dünyada ne kadar çok mal mülk evlat sahibi ise, Tanrı’nın da onları o nisbette sevdiğine ve mal mülk ile ödüllendirdiğine iman ederlerdi/hala ediyorlar. Oysa İslamda dünya yaşantısı ve dünya nimetleri tanrı sevgisine mukayese edilecek bir yer değildir. Bilakis maddenin aldatıcı bir meta sayıldığı kısa süre kalınan sadece bir sınav süreci hayatıdır. Müşrikler arasında; Mal mülk ve evlat çokluğu ilahlarının bir mükafatı olarak kabul gördüğü için; Müşrik halk da malı ve evladı çok olan kişileri tanrının sevgili kulu olarak görüp o kişilere o ülkenin/şehrin mutrafileri olarak olağanüstü itibar ederlerdi. {Bkz; Sebe suresi 34~39} ayetlerinde açıklandığı üzere; Bu yüzden tüm Müşrik inançlarda zengin varlıklı kişiler daima sözü dinlenip itibar ve itaat edilmesi gereken {bkz; Kalem suresi 14} “tanrının sevgili kul saydığı” “üstün sınıf” olarak kabul görüyordu. Tekasür suresi 1~3 ayetlerinde de vurgulandığı gibi, müşrikler bu çarpık inançla mezarlardaki ölülerini bile sayıp tanrı sevgisine nisbet ederek halk arasında kibirleniyorlardı. Hadid suresi 20~24. Ayetlerinde çokluk yarışıyla kibirlenen müşriklerin bu kibirlenmeleri Allah’ın sevgisine nisbet edilecek bir şey değildir bilakis yeryüzü sınavında bir fitne metasıdır. Bu durum müminleri asla yanıltmasın buyurulmaktadır.  Kehf suresi 32~46 ayetleri arasında iki adam üzerinden örnekler verilerek, tanrı sevgisinin madde/meta ile asla mukayese edilmemesi gerektiği ve mal mülk evlat çokluğunu imtiyazlı bir üstünlük olarak görüp kibirlenen kişilerin akibeti, çarpıcı bir kıssa üzerinde açıklanmıştır.. Ve {bkz Kasas suresi  78~82} ayetleri arasında; Yeryüzünün gelmiş geçmiş en zengin insanlarından sayılan; Karun, kendisine verilen servetin, kendi tanrıları tarafından çok sevildiği için bir ödül olarak verildiğini iddia ediyordu. Ve Aziz Allah Karun kıssasından ve Karun’un akibetinden müminlerin bir ders çıkarması gerektiğini Kasas suresi 78~82 âyetleriyle buyurmaktadır. Karun gibi, kendi ilahlarının sevgisine nisbet ederek mallarının çokluğu ile övünüp Allah’ın İnfak emrine riayet etmeyen ve Kalem suresi 17~33. ayetleri arasında kıssa edilen iki müşrik adamın akibeti de, Karun’un acı ve hazin akibetinin bir benzeridir. Nuh suresi 21. ve Hûd suresi 27. ve Şuara suresi 111. ayetlerinde de vurgulandığı gibi; Mal ve evlat çokluğunu ilahlarının kendilerine bir armağanı olarak görüp Hz Nuh (A.S)’a ve İslam’a karşı kibirlenen ve halkı ruhbanlar yardımıyla düzmece ilahların/tanrıların otoritesi üzerinden sömüren “kavmin mutrafilerinin/elit müşriklerin” ve onlara tabi olanların akibetinin de, “helak edilen diğer müşrik kavimlerde olduğu gibi” hüsranla biteceğinin altı çizilmektedir. Erken Mısır döneminde Firavunlar kendilerini güneş tanrısının yeryüzündeki sureti olarak gösterirlerdi. Kasas suresi 38. ayetinde vurgulandığı gibi; Geç Mısır döneminde ise firavunlar kendilerini güneş Tanrı’sının oğulları olarak niteleyip {bkz ; Yunus suresi 88} ülkenin” ileri gelenleri/elit hakim zümre ile birlikte” nemalandıkları “tanrının evladı” fitnesi üzerinden halkı kullanıp sömürmüşlerdir. Yunus suresi 78 ayetinde vurgulandığı üzereMalı ve mülkünü tanrı sevgisine nisbet eden Firavun; Zuhruf suresi 53,54 ayetlerinde de aynı mantıkla; Hz Musa Resul olsaydı onun da tanrısı ona, “benim ellerimdeki gibi bilezikler ve mülk olarak böyle geniş topraklar verirdi” diyerek sömürdüğü halkının önünde Hz Musa’yı küçük düşürmeye çalışmıştır. Her dönemde olduğu gibi Hz Musa döneminde de; Mutrafi’lerin tarikatınca fitne edilen “malı ve evladı çok olan kişilerin üstün insan kabul edildiği, “fitne sömürü düzeni’ Hz Musa’nın İslam’ı tebliği ardınca, bu fitneden nemalanan ve ihya olan mutrafilerin {bkz; Taha suresi 63} korkularına sebep olmuştur. ve Kuran indiği dönemde; Atalarından devraldıkları göktanrı şirk sömürü düzenini sürdüren ve: { Bkz : Zuhruf suresi 23} Geçmişte yaşamış tüm müşrik kavimlerde olduğu gibi, göktanrı inançlarının “malı evladı çok olan zenginlere verdiği imtiyazı, halkın üzerinde üstünlük ve sömürü fitnesi olarak kullanmayı sürdüren “Mekkeli elit hakim zümre {Bkz; Zuhruf suresi 31) karyenin mutrafileri de” sömürü düzenlerini devam ettirebilmek adına {bkz; Zuhruf suresi 57,58 } ayetlerinde vurgulandığı üzere Hz Muhammed (S.A.V) nebiyi aynı Firavun’un yaptığı gibi “mal mülk” üzerinden küçümseyerek İslam’a muhalefet etmişlerdir. Bu nedenle müşrik inanç sömürü düzeninin tarih boyu her dönem elebaşılığını yapmış olan, “ülkenin/şehrin mutrafileri” yani malını ve mülkünü tanrı sevgisine nisbet ederek kendilerini diğer İnsanların üzerinde hak sahibi ve hüküm koyucu gören ve böylece insanları Allah’ın otoritesi üzerinden keyfi vergiler koyarak sömüren elit hakim zümrenin “öncelikli” uyarıldığı {bkz: İsra suresi 16} ayetiyle vurgulanmaktadır. Vakıa suresi 45. ayetinde ve Saffat suresi 27~38 ayetleri arasında, hem insanları aldatan mutrafilerin hem de mutrafilere aldanıp onlara tabi olanların sürekli cehennem azabında mahkum tutulacağı açıklanmaktadır. Ve Aziz Allah; Kasas suresi 5~6 ayetlerinde kimseye mülkiyet hakkı tanımayan ve insanları kendi kölesi görüp kendisi için çalıştırarak sömüren Firavun ve ( Bkz;Yunus suresi 88 Vezir komutan din adamları mülk ve devlet yöneticileri vb gibi aristokrat sınıfından) olan düzeni sürdüren Firavun’un mutrafi yandaşlarının kurdukları fitne sömürü düzenini yok edip yerine zayıf ve güçsüz olan halkın iktidarda olduğu “İslami yaşantı ve yönetimini” kurmak hedefini açıklamaktadır.

20/TÂHÂ-17 Ve mâ tilke bi yemînike yâ mûsâ.
O sağ elindeki nedir, ey Musa? (Diye vahiy olundu)

20/TÂHÂ-18 Kâle hiye asâye, etevekkeu aleyhâ ve ehuşşu bihâ alâ ganemî ve liye fîhâ meâribu uhrâ.
(Musa A.S) O benim asamdır, ben ona dayanırım (yaslanırım). Ve onunla koyunlarımın üzerine yaprak silkelerim. Benim için onda, başka menfaatler de (faydalar) da vardır.” dedi.

20/TÂHÂ-19 Kâle elkıhâ yâ mûsâ.
(Allahû Tealâ): “Ey Musa, onu at!” dedi.

20/TÂHÂ-20 Fe elkâhâ fe izâ hiye hayyetun tes’â.
Böylece onu atınca asa birden, hızla hareket eden bir yılana dönüştü.

20/TÂHÂ-21 Kâle huzhâ ve lâ tehaf se nuîduhâ sîretehâl ûlâ.
“Korkma onu al! Şimdi onu tekrar ilk suretine (asa durumuna) döndüreceğiz.” dedi.

20/TÂHÂ-22 Vadmum yedeke ilâ cenâhıke tahruc beydâe min gayri sûin âyeten uhrâ.
Bir diğer ayet olarak ( Firavun’a Resul olduğunu kanıtlayan bir diğer mucize göstermen için) Şimdi de elini, (koynunun) yan tarafına sok. Elin oradan beyaz bir ışık saçar halde çıkacak. Dedi.

20/TÂHÂ-23 Li nuriyeke min âyâtinâl kubrâ.
Bu da bir diğer (mucizelerimizden) birini, sana da göstermemiz içindi.

20/TÂHÂ-24 İzheb ilâ fir’avne innehu tagâ.
Şimdi Firavuna git! Çünkü o, (Allah’ın buyruklarına karşı) azdı.

20/TÂHÂ-25 Kâle rabbişrah lî sadrî.
(Musa A.S): “Rabbim benim göğsümü (İslam’ın/Zikr’in öğretileriyle) şerhet (aç).” dedi.

20/TÂHÂ-26 Ve yessir lî emrî.
Ve (İslam’ı/Zikr’i tebliğ görevimde) bana işimi kolaylaştır.

20/TÂHÂ-27 Vahlul ukdeten min lisânî.
Ve dilimi çöz. (hitabetimi akıcı hale getir)

20/TÂHÂ-28 Yefkahû kavlî.
Ki böylece sözlerimi idrak etsinler.

20/TÂHÂ-29 Vec’al lî vezîren min ehlî.
Ve ailemden bana bir yardımcı kıl

20/TÂHÂ-30 Hârûne ahî.
Kardeşim Harun ile

20/TÂHÂ-31 Uşdud bihî ezrî.
Onunla, gücümü artır (Tebliğde beni güçlendir).

20/TÂHÂ-32 Ve eşrikhu fî emrî.
Ve onu, işimde (tebliğ görevimde) bana ortak kıl.

20/TÂHÂ-33 Key nusebbihake kesîrâ(kesîren).
(Senden başka ilah edinmiş olan o müşriklere) Senin tekliğini birleyebilmemiz için.

20/TÂHÂ-34 Ve nezkureke kesîrâ(kesîren).
Ve böylece Zikr’i iyice ifade edebilmek için.

20/TÂHÂ-35 İnneke kunte binâ basîrâ(basîren).
Muhakkak ki (Tebliğ görevimizde) Sen, de bizi gözetleyensin.

20/TÂHÂ-36 Kâle kad ûtîte su’leke yâ mûsâ.
(Allahû Tealâ): “Ey Musa! Sana istediğin verilmiştir.” dedi.

20/TÂHÂ-37 Ve lekad menennâ aleyke merraten uhrâ.
Ve andolsun ki önceden de seni bir kez daha ni’metlendirmiştik.

20/TÂHÂ-38 İz evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ.
(O zaman/Sen henüz bebek iken) annene şöyle vahyetmiştik;

20/TÂHÂ-39 Enıkzifîhi fît tâbûti fakzifîhi fîl yemmi felyulkıhil yemmu bis sâhıli ye’huzhu aduvvun lî ve aduvvun lehu, ve elkaytu aleyke mehabbeten minnî ve li tusnea alâ aynî.
Gözümüzün önünde (korumamız altında) yetiştirilmen için Annene, seni bir sandığa koymasını ve sonra da o sandığı suya (Nil nehrine) bırakmasını vahyettik. Böylece o akarsu, sandığı seni bulacakları o sahile atsın ve ortak düşmanımız olan (Firavun) sahilden seni kimsesiz bir halde alsın istedik. (Bkz; Kasas suresi 4 Çünkü Firavun o dönem İsrailoğullarının soyunu kurutmak emelinde, sadece kadınları sağ bırakıyor erkekleri ise köle olarak ölesiye çalıştırıp İsrailoğullarının zürriyetinden olan tüm erkek çocuklarını öldürtüyordu. Bebek sahilde saray erkanı tarafından kimsesiz bulununca böylece İsrailoğullarının zürriyetinden olduğu anlaşılmayacaktı.) İşte böylece (senin İsrailoğullarının zürriyetinden olduğunu farketmedikleri için) onları (Firavun ve ehlini ve tüm saray erkanını sen büyüyünceye kadar) senin üzerine muhabbet (sevgi) duyanlar kıldık.

20/TÂHÂ-40 İz temşî uhtuke fe tekûlu hel edullukum alâ men yekfuluhu, fe raca’nâke ilâ ummike key takarra aynuhâ ve lâ tahzene, ve katelte nefsen fe necceynâke minel gammi ve fetennâke futûnen, fe lebiste sinîne fî ehli medyene summe ci’te alâ kaderin yâ mûsâ.
Kızkardeşin (Seni saraya aldıkları zaman onlara şöyle) diyordu: “Size, ona kefil olacak (emzirip, bakacak) birisini bulmanızda yardım edeyim mi? (Onlar ablandan gelen bu yardımı kabul edince) Böylece seni, (süt annen sandıkları gerçek) annene döndürdük. Onun da, gözü aydın olsun ve (evladından ayrı kalarak) mahzun olmasın diye. Ve ardından (gençlik çağında) sen (Bkz; Kasas suresi 15 kaza ile) birisini öldürmüştün. O zaman (da) seni, gamdan (üzüntüden) Biz kurtarmıştık. Daha sonra Medyen halkı içinde de senelerce kaldın ve (Bkz; Kasas suresi 22~ 29 sıratı seviyyeye hidayet olunduğun bu süreçte) seni, çeşitli sınavlarla imtihan ettik. Sonra kaderin gereği (Risalet görevin için) şimdi buraya geldin ya Musa!” Diye nida olundu.

20/TÂHÂ-41 Vastana’tuke li nefsî.
Ve İşte Ben, seni Kendime nebi seçip, böyle yetiştirdim.

20/TÂHÂ-42 İzheb ente ve ehûke bi âyâtî ve lâ teniyâ fî zikrî.
Sen ve kardeşin, şimdi âyetlerimle (mucizelerimle) gidin ve Benim zikrimi (Zikr’i/Kuran’ı) eksiltmeden anlatın.

20/TÂHÂ-43 İzhebâ ilâ fir’avne innehu tagâ.
Şimdi ikiniz (Allah’a karşı) azgınlardan olmuş O Firavun’a gidin.

20/TÂHÂ-44 Fe kûlâ lehu kavlen leyyinen leallehu yetezekkeru ev yahşâ.
Böylece o, tezekkür eder veya Allah’a huşû duyar umudunuzla, zikr’i ona, yumuşak bir sözle anlatın.

20/TÂHÂ-45 Kâlâ rabbenâ innenâ nehâfu en yefruta aleynâ ev en yatgâ.
(Hz Musa ve Harun): “Rabbimiz gerçekten biz, onun bize (karşı) azgınların ifratıyla (zalim/zorba fıtratıyla) davranmasından korkuyoruz.” dediler.

20/TÂHÂ-46 Kâle lâ tehâfâ innenî meakumâ esmau ve erâ.
(Allahû Tealâ): “İkiniz (de) korkmayın! Muhakkak ki Ben, sizinle beraberim, (herşeyi) işitirim ve görürüm.” dedi.

20/TÂHÂ-47 Fe’tiyâhu fe kûlâ innâ resûlâ rabbike fe ersil meanâ benî isrâîle ve lâ tuazzibhum, kad ci’nâke bi âyetin min rabbike, ves selâmu alâ menittebeal hudâ.
O halde ikiniz şimdi ona gidin ve: “Muhakkak ki biz, senin Rabbinin iki resûlüyüz. (Kölelerin olarak zulüm altına tutuğun) İsrailoğulları’nı artık bizimle beraber gönder ve onlara artık azap etme! Biz Sana Rabb’inden âyet (mucize) getirdik. Ve (bu tebliğin ardından) Allah’ın hidayetine (Zikre) tabi olacak herkese selâm olsun.” Deyin.

20/TÂHÂ-48 İnnâ kad ûhıye ileynâ ennel azâbe alâ men kezzebe ve tevellâ.
Muhakkak ki (Allah’ı ve Zikr’i) yalanlayanların ve ondan yüz çevirenlerin üzerine (yeryüzünde ve ahirette) azap hükmü verildiği bize vahyolundu. Deyin.

20/TÂHÂ-49 Kâle fe men rabbikumâ yâ mûsâ.
(Firavun şöyle) dedi: “Öyleyse ikinizin Rabbi kimdir, ya Musa?”

20/TÂHÂ-50 Kâle rabbunâllezî a’tâ kulle şey’in halkahu summe hedâ.
(Hz. Musa): “Bizim Rabbimiz her şeye şeklini veren, sonra da ona (hidayet) yolunu gösterendir.” dedi.

20/TÂHÂ-51 Kâle fe mâ bâlul kurûnil ûlâ.
(Firavun): “Öyleyse evvelki (yaşayıp vefat etmiş önceki) nesillerin durumu nedir?” dedi.

20/TÂHÂ-52 Kâle ilmuhâ inde rabbî fî kitâbin, lâ yadıllu rabbî ve lâ yensâ.
“Onlara gönderilen ilim, (geçmişte yaşamış olanlara da mutlaka verilmiş olan Zikr) Rabbimin yanında muhafaza edilen bir kitap’tadır. (Ümmü’l kitab’tadır) Benim Rabbim yanlış yapmaz ve onları da (geçmişte yaşamış olanları da) unutmaz.” (Zikr’ini onlara da muhakkak o ümmü’l kitaptan göndermiştir.) dedi.

ÜMMÜ’L-KİTAB; Yeryüzünde; İnsanların sınanması ve hidayet olunması için, geçmişte yaşamış tüm Ademoğlu’na da gönderilmiş olan, Tevrat incil Zebur gibi Zikr kitaplarındaki temel hükümlerin asıl orjinal halinin, “Allah katında muhafaza edildiği ana kitap” demektir. Bkz; Zuhruf suresi 43/4 Ra’d, suresi 13/39

20/TÂHÂ-53 Ellezî ceale lekumul arda mehden ve seleke lekum fîhâ subulen ve enzele mines semâi mâen, fe ahracnâ bihî ezvâcen min nebâtin şettâ.
Yeryüzünü size döşek yapan, orada sizin için yollar açan ve semadan su indiren O’dur. Sonra da (kupkuru cansız bir topraktan) o suyla, farklı farklı bitkilerden çiftler çıkardık.

20/TÂHÂ-54 Kulû ver’av en’âmekum, inne fî zâlike le âyâtin li ulîn nuhâ.
Yeryüzünde hayvanlarınızı otlatın ve yeyin diye! Muhakkak ki bunda (bu yaratıda), akıl sahipleri için elbette âyetler (yoktan ve cansızlıktan yaratılmış bu yaratıda, Aziz Allah’ın ahireti de yaratabilecek kudrette olduğunu işaret/ıspat eden deliller) vardır.

20/TÂHÂ-55 Minhâ halaknâkum ve fîhâ nuîdukum ve minhâ nuhricukum târeten uhrâ. Önce yaratıp sonradan sizi (kovarak) çıkardığımız o yere . (Ahiret yurduna) sizi, tekrar geri döndüreceğiz.

20/TÂHÂ-56 Ve lekad eraynâhu âyâtinâ kullehâ fe kezzebe ve ebâ.
Ve andolsun ki; âyetlerimizin hepsini, ona da (Firavun’a) gösterdik. Buna rağmen (İslam’ı/Zikr’i) yalanladı ve direndi.

20/TÂHÂ-57 Kâle e ci’tenâ li tuhricenâ min ardınâ bi sihrike yâ mûsâ.
“Sen bizi, sihrin ile yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin ya Musa?” dedi.

20/TÂHÂ-58 Fe le ne’tiyenneke bi sihrin mislihî fec’al beynenâ ve beyneke mev’ıden lâ nuhlifuhu nahnu ve lâ ente mekânen suvâ(suven).
Öyleyse biz de sana mutlaka senin yaptığın gibi bir sihirler getireceğiz. Şimdi bunun için, aramızda, ihtilâf etmeyeceğimiz uygun bir yer ve zaman tayin et. Dedi.

20/TÂHÂ-59 Kâle mev’ıdukum yevmuz zîneti ve en yuhşeren nâsu duhâ(duhan).
(Musa A.S): “Sizin buluşma zamanınız, ziynet (bayram) günü ve insanların toplandığı, duhan (kuşluk) vakti olsun.” dedi.

20/TÂHÂ-60 Fe tevellâ fir’avnu fe cemea keydehu summe etâ.
Böylece firavun arkasını döndü ve buluşma günü onlar hilelerini toplayıp geri geldiler.

20/TÂHÂ-61 Kâle lehum mûsâ veylekum lâ tefterû alâllâhi keziben fe yushıtekum bi azâb(azâbin), ve kad hâbe menifterâ.
Musa (A.S) onlara (sihirbazlara) şöyle dedi: “Size yazıklar olsun! Allah’a yalanla iftira etmeyin yoksa O sizi azabıyla yok eder ve (O’na sahte ilahlarla ve uydurdukları sahte hükümlerle) iftira eden(ler) mutlaka ve daima heba olmuştur.”

20/TÂHÂ-62 Fe tenâzeû emrehum beynehum ve eserrûn necvâ.
Böylece sihirbazlar işlerini, kendi aralarında gizlice görüşerek konuştular.

20/TÂHÂ-63 Kâlû in hâzâni le sâhirâni yurîdâni en yuhricâkum min ardıkum bi sihrihimâ ve yezhebâ bi tarîkatikumul muslâ.
Bu ikisi gerçekten iki sihirbazdır. Sihirleri ile sizi yurdunuzdan çıkarmak ve üstünlerin (mutrafi’lerin) tarikatını (mutrafi’lik inancını), yok etmek istiyorlar.” dediler.

20/TÂHÂ-64 Fe ecmiû keydekum summe’tû saffâ(saffen), ve kad eflehal yevme menista’lâ.
(Firavun şöyle dedi): “Artık hilelerinizi (sihirlerinizi) toplayın. Sonra saf saf (sırayla) gelin. Ve o gün üstün gelen, felâha (kurtuluşa, zafere) ulaşmış olur.”

20/TÂHÂ-65 Kâlû yâ mûsâ immâ en tulkıye ve immâ en nekûne evvele men elkâ.
“Ya Musa, (asanı) sen mi atarsın yoksa önce atan biz mi olalım?” dediler.

20/TÂHÂ-66 Kâle bel elkû, fe izâ hıbâluhum ve ısıyyuhum yuhayyelu ileyhi min sihrihim ennehâ tes’â.
(Musa A.S): “Hayır, (siz) atın!” dedi. Böylece (onları attıkları) zaman onların ipleri ve asaları, kendisine, onların sihirlerinden dolayı “hızla hareket ediyor” gibi göründü.

20/TÂHÂ-67 Fe evcese fî nefsihî hîfeten mûsâ.
Bu sebeple Musa (A.S), içinde bir korku hissetti.

20/TÂHÂ-68 Kulnâ lâ tehaf inneke entel a’lâ.
”Korkma! Muhakkak ki, “üstün olan sen olacaksın.” dedik.

20/TÂHÂ-69 Ve elkı mâ fî yemînike telkaf mâ sanaû, innemâ sanaû keydu sâhır(sâhırin), ve lâ yuflihus sâhıru haysu etâ.
Ve Onların yaptıkları sadece sihirbaz hilesidir ve sihirbazlar, kim olursa olsun ve nereden gelirse gelsinler, (Allah’ın karşısında) asla başarılı olamazlar. Şimdi Sen sağ elindekini (asanı) at, onların yaptığı şeyleri yutacak. Dedik.

20/TÂHÂ-70 Fe ulkıyes seharatu succeden kâlû âmennâ bi rabbi hârûne ve mûsâ.
Olanları gördükten sonra sihirbazlar secde ederek yere kapandılar ve; “Biz artık Harun ve Musa’nın Rabbine îmân ettik.” dediler.

20/TÂHÂ-71 Kâle âmentum lehu kable en âzene lekum, innehu le kebîrukumullezî allemekumus sihr(sihra), fe le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hilâfin ve le usallibennekum fî cuzûın nahli ve le ta’lemunne eyyunâ eşeddu azâben ve ebkâ.
(Firavun): “Size izin vermemden önce ona îmân mı ettiniz? Muhakkak ki o, gerçekten (Resul değildir. Olsa olsa) size sihir öğretebilecek, ehil bir ustanızdır. Bu durumda mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. ( Tevkif edeceğim/Tutuklayacağım) Ve ardından sizi mutlaka bir hurma ağacında asacağım. Ve böylece (İman ettiğiniz Musa ve Harun’un ilahı mı yoksa Ben mi?) hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcı (imiş) o zaman gerçekten göreceksiniz.” dedi.

Ellerin ayakların çapraz kesilmesi; Bir kişinin ellerini veya ayaklarını çaprazlama birleştirerek tutuklanması, tevkif edilmesi demektir. Ellerin önde ve çapraz bir şekilde kelepçelenerek kişinin tevkif edilmesi günümüzde olduğu gibi bazı suçlular için kullanılırken; Bazı ağır suçlularda ise hem eller hem ayaklar çaprazlama bağlanarak mahkumun kaçması tedbir edilir.

20/TÂHÂ-72 Kâlû len nu’sireke alâ mâ câenâ minel beyyinâti vellezî fataranâ fakdi mâ ente kâdin, innemâ takdî hâzihil hayâted dunya
Biz, Bize gelen bu mucizelerden sonra artık asla (Allah’a karşı) seni tercih etmeyiz. Çünkü bizi, O yarattı. Bu durumda sen, artık yapacağını yap. Fakat sen, yapsan bile ancak bu dünya hayatında yaparsın.” dediler.

20/TÂHÂ-73 İnnâ âmennâ bi rabbinâ li yagfira lenâ hatâyânâ ve mâ ekrehtenâ aleyhi mines sihr(sihri), vallâhu hayrun ve ebkâ.
Biz, hatalarımız ve bize sihirle zorla yaptırdığın kötü şeyler için Rabb’imizin bizi bağışlayacağına inanıyoruz. Allah (senden) daha hayırlı ve “baki” olandır. (Senin gibi dünya hayatıyla birlikte yok olmayacak ve ahiret hayatında da baki kalacak Allah’tır) Dediler.

20/TÂHÂ-74 İnnehu men ye’ti rabbehu mucrimen fe inne lehu cehennem(cehenneme), lâ yemûtu fîhâ ve lâ yahyâ.
Muhakkak ki kim Rabbine suçlu olarak gelirse, o taktirde mutlaka cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne yaşar.

20/TÂHÂ-75 Ve men ye’tihî mu’minen kad amiles sâlihâti fe ulâike lehumud deracâtul ulâ.
Ve kim (amilüssalihat/ Allah’ı razı etmek için) salih ameller yapmışsa ve böylece O’na (Allah’ın huzuruna) mü’min olarak gelirse o zaman işte onlar, için yüksek dereceler vardır.

20/TÂHÂ-76 Cennâtu adnin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ ve zâlike cezâu men tezekkâ.
İçinde ebedî kalacakları, altından nehirler akan adn cennetleri vardır. Ve işte bu, akibet, (amilüs-salihat/Yeryüzünde Allah’ı razı etmek için salih ameller yapanların) mükâfatıdır.

20/TÂHÂ-77 Ve lekad evhaynâ ilâ mûsâ en esri bi ibâdî fadrib lehum tarîkan fîl bahri yebesâ(yebesen), lâ tehâfu deraken ve lâ tahşâ.
Ve andolsun ki Biz, Musa (A.S)’a vahyettik ki: “Kullarımla gece (yola) çıkıp yürü! Sonra da (asanla) vurarak onlar için kuru bir yol aç! (Firavunun size) yetişmesinden korkma ve (suda boğulmaktan da) endişe etme!”

20/TÂHÂ-78 Fe etbeahum fir’avnu bi cunûdihî fe gaşiyehum minel yemmi mâ gaşiyehum.
Böylece firavun ordusuyla onları takip etti. Bunun üzerine deniz, onların üzerine öyle bir kapanışla kapandı ki, onları (tamamen) örterek kapladı (onları suda boğdu).

20/TÂHÂ-79 Ve edalle fir’avnu kavmehu ve mâ hedâ.
Ve firavun, kavmini işte böyle dalâlette bırakarak hidayetten men etti.

20/TÂHÂ-80 Yâ benî isrâîle kad enceynâkum min aduvvikum ve vâadnâkum cânibet tûril eymene ve nezzelnâ aleykumul menne ves selvâ.
Ey benî İsrail! (Hatırlayın ki ) Sizi o zaman düşmanınızdan Biz kurtarmıştık. Ve Tur’un sağ tarafında sizinle (buluşmak üzere) vaadleştik ve size kudret helvası ve bıldırcın indirdik.

20/TÂHÂ-81 Kulû min tayyibâti mâ razaknâkum ve lâ tatgav fîhi fe yahılle aleykum gadabî ve men yahlil aleyhi gadabî fe kad hevâ.
Sizi rızıklandırdığımız temiz şeylerden yeyin. Ve onda (yediğiniz şeylerde) azgınlık (nankörlük) etmeyin. Aksi halde size gazabımız iner. Ve kimin üzerine gazab inerse, artık o kimseler mutlaka (Allah’ın emirleri yerine) hevasına tabi olmuştur.

20/TÂHÂ-82 Ve innî le gaffârun li men tâbe ve âmene ve amile sâlihan summehtedâ. Ve Allah; “Muhakkak ki Ben (sadece), tövbe ederek âmenû olduktan sonra salih ameller yapanlar için Gaffar’ım (sadece onların günahlarını sevaba çeviririm). Sonra onlar tarafımdan, hidayete erdirilir. Buyurmuştu.

20/TÂHÂ-83 Ve mâ a’celeke an kavmike yâ mûsâ.
(Musa Tevrat levhalarını almak için Tur dağına/vahiy/buluşma noktasına erken gelince) Ey Musa! Seni, kavminden (ayırıp) sana acele ettiren nedir? Demiştik.

20/TÂHÂ-84 Kâle hum ulâi alâ eserî ve aciltu ileyke rabbi li terdâ.
(Musa A.S) (Kardeşim Harun’u Israiloğulları’na vekilim kıldım): “Onlar, onlar benim izim (İslam) üzerindeler. Ve Rabbim ben, Senin rızana nail olmak için acele ettim.” dedi.

20/TÂHÂ-85 Kâle fe innâ kaç fetennâ kavmeke min ba’dike ve edallehumus sâmiriyy(sâmiriyyu).
(Allahû Tealâ): “Biz, sen oradan ayrıldıktan sonra kavmini, imtihan ettik. Ve Samiri, onları dalâlete düşürdü.” dedi.

20/TÂHÂ-86 Fe racea mûsâ ilâ kavmihî gadbâne esifen, kâle yâ kavmi e lem yaıdkum rabbukum va’den hasenen, e fe tâle aleykumul ahdu em eradtum en yahılle aleykum gadabun min rabbikum fe ahleftum mev’ıdî.
Bunun üzerine Musa (A.S), esefle (üzülerek) gadapla (öfkeyle) kavmine döndü. “Ey kavmim! Rabbiniz size, güzel bir vaadle (hidayet) vaadetmedi mi? Buna rağmen (Allah’a verdiğiniz) ahd süresi size uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizin gazabının üzerinize hemen inmesini mi istediniz? Bu sebeple mi vaadimi yerine getirmediniz?” dedi.

20/TÂHÂ-87 Kâlû mâ ahlefnâ mev’ıdeke bi melkinâ ve lâkinnâ hummilnâ evzâran min zînetil kavmi fe kazefnâhâ fe kezâlike elkâs sâmiriyy(sâmiriyyu).
(Ey Musa) Biz Sana vaadimizden kendi isteğimizle dönmedik. Ve lâkin bize, o (kıpti) kavmin ziynetleri (bayram günü emanet) yüklenmişti. (Kaçarken tüm ziynetler üzerimizde kalmıştı) Samiri kendi altınlarını eritmek üzere ateşe atınca Biz de o emanet ziynetleri ateşe attık”. dediler.

20/TÂHÂ-88 Fe ahrace lehum ıclen ceseden lehu huvârun fe kâlû hâzâ ilâhukum ve ilâhu mûsâ fe nesiye.
Böyle bir fitne telkiniyle Samiri onlar için (ortaya) böğüren bir buzağı heykeli çıkardı. Ve onlara: “Bu, sizin ilâhınız ve aslında Musa’nın da ilâhı, fakat o (kendi ilahını) unuttu.” dedi.

20/TÂHÂ-89 E fe lâ yerevne ellâ yerciu ileyhim kavlen ve lâ yemliku lehum darran ve lâ nef’â(nef’an).
(Oysa o buzağı heykelinin) Onlara sözle cevap vermediğini ve onlara zarar veya fayda vermeye malik olmadığını görmüyorlar mıydı?

20/TÂHÂ-90 Ve lekad kâle lehum hârûnu min kablu yâ kavmi innemâ futintum bihî ve inne rabbekumur rahmânu fettebiûnî ve etîû emrî.
Ve andolsun ki Harun (A.S) onları uyararak şöyle dedi: “Ey kavmim, siz bu fitne üzerinde imtihan ediliyorsunuz! Ve muhakkak ki Rahmân, sizin Rabbinizdir. Artık (samirinin buzağı fitnesini terkedin ve) bana (İslam’a) tâbî olun ve benim emrime itaat edin.”

20/TÂHÂ-91 Kâlû len nebraha aleyhi âkifîne hattâ yercia ileynâ mûsâ.
“Musa bize tekrar geri dönünceye kadar, kendimizi ona (buzağıya) vakfetmekten (tabi olmaktan) asla vazgeçmeyeceğiz.” dediler.

20/TÂHÂ-92 Kâle yâ hârûnu mâ meneake iz raeytehum dallû.
(Musa A.S geri döndüğünde kavmin üzerinde Vekili bıraktığı kardeşine): “Ey Harun! Onları (buzağı ile) dalâlete düştüğünü gördüğün zaman (onları uyarmaktan) seni ne men etti?” dedi.

20/TÂHÂ-93 Ellâ tettebiani, e fe asayte emrî.
Niçin bana tâbî olmadın? Yoksa emrime isyan mı ettin?

20/TÂHÂ-94 Kâle yebneumme lâ te’huz bi lıhyetî ve lâ bi ra’sî, innî haşîtu en tekûle ferrakte beyne benî isrâîle ve lem terkub kavlî.
(Harun A.S): “Ey annemin oğlu! (Öfkeyle) Sakalımı saçımı başımı tutup çekme. Gerçekten ben, senin, “İsrailoğulları arasında (bu fitneye müsaade etmekle) fırkalar oluşturdun ve sözümü tutmadın demenden bir vekilin olarak çok korktum.” dedi.

20/TÂHÂ-95 Kâle fe mâ hatbuke yâ sâmiriyy(sâmiriyyu).
O halde sen söyle ey Samiri! Senin (onlara) hitabın ne idi (onlara ne söyledin)?” dedi.

20/TÂHÂ-96 Kâle basurtu bi mâ lem yabsurû bihî fe kabadtu kabdaten min eserir resûli fe nebeztuhâ ve kezâlike sevvelet lî nefsî.
(Samiri): “Ben, onlar görmedikleri halde, Resûl’ün ayak izindendir diye topraktan bir avuç alıp onu (erittiğimiz ziynet madenin içine) attım. Ve böylece (bu), herkesin nefsine güzel göründü.” dedi.

20/TÂHÂ-97 Kâle fezheb fe inne leke fîl hayâti en tekûle lâ misâse ve inne leke mev’ıden len tuhlefehu, vanzur ilâ ilâhikellezî zalte aleyhi âkifâ(âkifen), le nuharrikannehu summe le nensifennehu fîl yemmi nesfâ(nesfen).
(Musa A.S): “Artık bundan böyle bütün hayatın boyunca senin akibetin, (korkuyla) “artık bana dokunmayın” diye yalvarmak olacaktır. Muhakkak ki bu senin için asla vazgeçilmeyecek bir vaad’dir. (Cezadır) Ve (kendisine bile yardım etmeye gücü olmayan ve) ısrarla kendini vakfettiğin (taptığın) o ilâhına şimdi iyi bak! Onu mutlaka yakacağız. Sonra da elbette onu, toz haline getirerek (küllerini) savurup denize atacağız.” dedi.

20/TÂHÂ-98 İnnemâ ilâhukumullâhullezî lâ ilâhe illâ huve, vesia kulle şey’in ilmen.
Sizin İlâhınız sadece O Allah’tır ki, O’ndan başka İlâh yoktur. O hakim Allah, ilmen (kulları için koyduğu Zikr hükümleriyle) herşeyi (her şeyin ve herkesin akibetini de) kuşatmıştır.

20/TÂHÂ-99 Kezâlike nakussu aleyke min enbâi mâ kad sebaka, ve kad âteynâke min ledunnâ zikrâ(zikren).
İşte böylece geçmişte olan haberleri sana anlatıyoruz. Ve Biz sana katımızdan Zikr’i (Kur’ân’ı) verdik.

20/TÂHÂ-100 Men a’rada anhu fe innehu yahmilu yevmel kıyâmeti vizrâ(vizren).
Kim ondan yüz çevirirse, o zaman muhakkak ki o, kıyâmet günü (ağır) bir yük (kaybettiği dereceleri) yüklenir.

20/TÂHÂ-101 Hâlidîne fîhi, ve sâe lehum yevmel kıyâmeti hımlâ(hımlen).
Onlar, onda (o yükün getireceği azabın içinde) ebedî kalacak olanlardır. Ve kıyâmet günü yüklendikleri, onlar için ne kötü (yük)tür.

20/TÂHÂ-102 Yevme yunfehu fîs sûri ve nahşurul mucrimîne yevme izin zurkâ(zurkan).
O gün ki, sur’a üfürülür. Ve mücrimleri, o izin günü morarmış olarak haşrettiğimiz zaman

20/TÂHÂ-103 Yetehâfetûne beynehum in lebistum illâ aşrâ(aşren).
Onlar aralarında: “(Dünyada) sadece 10 gün kaldık.” diye birbirleriyle konuşacaklar.

20/TÂHÂ-104 Nahnu a’lemu bimâ yekûlûne iz yekûlu emseluhum tarîkaten in lebistum illâ yevmâ(yevmen).
Onların aralarında ne söylediklerini en iyi Biz biliriz ki: Yol bakımından onlara emsal olan da; (cehennemlik müşrik arkadaşı da) “hayır sadece bir gün kadar kaldınız” diyecek.

Tüm çok tanrılı inançlarda ve çok tanrılı inançlardan devşirilmiş Arap veya Hristiyanlık veya Musevilik gibi aracı vekaleti ile Allah’tan başka hükümler koymaya, af ve mağfiret etmeye, kendilerini yetkilendiren şirk inançlarının tümünde, (günümüzde mevcut olan İncil ve Tevratta da) “ahiret hayatı inancı” yoktur. Kuran’da Ankebut suresi 64 ayetinde “kulların gerçek hayatı” olarak zikredilen ahiret hayatı ve cennet ve cehennem inancı Kuran’dan başka hiç bir kitapta olmadığı gibi,Hem Arap müşriklerde hem Ehli kitap anılan Yahudi ve Hristiyan müşriklerin kitabı Tevrat ve İncilde ahiret hayatı ve iki Alem inancı yoktur. Müşrikler öldükten sonra toprağın altında bulunduğu iddia edilen, {Bkz; Vaiz 9:10 işaya 5:14} ölüler diyarı” olarak isimlendirdikleri bir yeraltı bölümüne gideceklerine inanırlardı ve ancak; “Aracılara ve aracılık kurumuna iman ve biat etmekle” {Bkz: Taha suresi 103,104} “kabir azabından kurtulup” tekrar dünyada diriltilecekleri aracılar tarafından telkin edilerek insanlar aldatılıyordu ve tekrar diriltilmelin diyeti olarak, mutrafilerin (bir şehrin ya da bir ülkenin ileri gelenlerinin ) talep ettikleri çeşitli vergilerle halk sömürülüyordu. Ehli kitap müşrikler Tevrat ve İncilde “ölüler diyarını” İbranice “Şeol” olarak andıkları gibi, bazı kitaplarında,“Hades olarak da adlandırmaktadırlar. “Hades” yunan mitolojisinde ölülere ve ölüler diyarına hükmeden bir tanrı olarak geçer ve ölüler diyarında suçlu bulunan kimseler (yani aracılara istedikleri vergiyi ödemeyenler) toprağın altında bulunduğu iddia edilen kükürt havuzlarında yakılırlardı ve günümüzde de sanki İslam’a aitmiş gibi dillendirildiği üzere asırlarca “kabir azabına” maruz bırakılırlardı. Oysa “Kuran’da kabir azabı yoktur.!” Bu müşrik korkutmacası için Rum suresi 55. Ayetinde Ve o saatin gelip kıyâmetin koptuğu gün, müşrik mücrimler bir saatten fazla (mezarda) kalmadıklarına yemin ederler. İşte ahirete böyle döndürülüyorlardı (kabirlerde bir saat gibi çok kısa bir müddet kabirde kaldıklarını sanıyorlardı. vurgusuyla kullar bu müşrik fitnesine karşı uyarılmıştır. {Kabir azabı fitnesi için ilgili uyarı ayetlerine bkz; İsra suresi 52 Taha suresi 104 Yunus suresi 45 Rum suresi 55 Ahkaf suresi 35} Ve Ayrıca; Müşrik ruhbanlar insanları korkutup sömürmek adına kendilerine biat edenlerin dünyada yeniden diriltileceği yalanını da telkin ediyorlardı. Örneğin; Hristiyan müşrikler Allah’ın oğlu olarak niteledikleri Hz İsa (as)’ın tekrar Mehdi olarak yeryüzüne geleceğini insanlığı kurtaracağını ve o güne kadar Hristiyan olmuş kişilerin yeryüzünde sonsuz mutlu bir yaşam sürdüreceğini telkin ederek insanları sömürüyorlardı. (Bu fitneye hala devam ediyorlar) Oysa İslam inancına göre ademoğlu sınandıktan sonra kıyamet kopacak ve yeryüzü tamamen yok olacaktır ve ardından ikinci alem ve asıl hayat zikredilen ahiret yaşamı başlayacaktır. Ve {bkz;Nisa suresi 41,42} gönderilmiş olan tüm Resul’ler beas günü ahiret hayatında ümmetlerinin üzerinde şahit tutulacaktır. Kıyamet inancı” Tek dünyadan ibaret olan şirk inançlarının tüm fitne ve yalanlarını kökten yok ettiği için “kıyamet ve Ahiret hayatı” müşriklerin ısrarla reddettikleri bir hakikattır. Ve  Mehdi inancı ; kıyamet ve ahiret hayatını reddeden müşriklerin iman ettiği ve ölesiye savundukları bir fitnedir. Bu önemle; Sadece İslam inancında bulunan gayb zikredilen cennet ve cehennemin bulunduğu “gayb’e” yani “ahirete iman etmek” tevhidin temel direğidir. Kıyametin kopmasıyla dünyanın yok olacağına ve Kulların yeryüzü amelleri karşılığında “ahirette Allah tarafından yargılanarak” cennet veya cehennem ile mukabele göreceklerine iman etmek”, Allah adına af eden ve Allah adına cezalar uyduran, Allah adına insanları dünyada tekrar dirilten ve kurtarıcı mehdilikler uyduran mutrafi aracıların ve aracılık kurumunun sömürü düzenlerini tamamen ortadan kaldırdığı için çok önemli bir husustur.

20/TÂHÂ-105 Ve yes’elûneke anil cibâli fe kul yensifuhâ rabbî nesfâ(nesfen).
Ve sana dağ(lar)dan soruyorlar. O zaman onlara; (kıyamet koptuğunda) “Rabbim onları savurup atacak.” De.

20/TÂHÂ-106 Fe yezeruhâ kâan safsafâ(safsafen).
Böylece dağlar yerini bir boşluğa bırakacaktır.

20/TÂHÂ-107 Lâ terâ fîhâ ivecen ve lâ emtâ(emten).
(Bugün olduğu gibi) Artık orada ne bir eğrilik ne de bir engebe görmeyeceksiniz.

20/TÂHÂ-108 Yevme izin yettebiûned dâıye lâ ivece lehu, ve haşeatil asvâtu lir rahmâni fe lâ tesmeu illâ hemsâ(hemsen).
( Meryem suresi 68~71 İşte o kıyametin ardından cehennemde, dizlerinizin üzerinde mecburi secdeye çökertileceğiniz o ) İzin günü, herkes (yeryüzündeyken şefaat yalanları uyduran aracılar yerine) kendisinde eğrilik olmayan (Allah’ın görevlisi olduğundan hiç şüphe edilmeyen) o davetçiye tâbî olurlar. Orada, Rahmân’a karşı (yeryüzündeki o küstah kibirli) sesler kısılmıştır ve artık sadece hemsten (hafif fısıltıdan) başka bir şey (ses) işitmezsin.

20/TÂHÂ-109 Yevme izin lâ tenfauş şefâatu illâ men ezine lehur rahmânu ve radıye lehu kavlâ(kavlen).
İzin günü, Rahmân’ın kendisine izin verdiği ve sözünden razı olduğu o kimselerden başkasının şefaati bir fayda vermez.

Bkz; Rahmân suresi 41 Araf suresi 46 Yeryüzündeyken hidayet ve şefaat edeceklerini iddia eden müşrik kafirlerin iddialarının aksine, ahirette/ilk önce herkesin toplandığı cehennemin Araf bölümünde, görür görmez suçluları hemen simalarından tanıyan, ve Aziz Allah’ın bu iş için yaratıp yetki verdiği Araf ehli meleklerinden başkasının şefaati bir fayda vermez. Buyurulmaktadır.

20/TÂHÂ-110 Ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yuhîtûne bihî ılmâ(ılmen).
Allah (özel yarattığı Araf ehli melekleri vasıtasıyla ),onların önündeki(leri) ve arkasındaki(leri) ( geçmiş gelecek ne günah işledilerse) hepsini bilir ve müşrikler onu, (insanlar için nelerin günah sayıldığını ve gelmiş geçmiş günahlarının ne olduğunu) bir ilim ile (yeryüzünde Allah tarafından kendilerine verilmiş herhangi bir kitap veya bilgi olmadığı için) asla ihata edemezler (bilemezler).

20/TÂHÂ-111 Ve anetil vucûhu lil hayyil kayyûm(kayyûmi), ve kad hâbe men hamele zulmâ(zulmen).
Hayy ve Kayyum olan (Allah)’a tüm vechler (herkes), orada boyun eğer ve o (Allah’tan başka ilahlar uydurup o düzmece vekil ilahlar üzerinden emaniyye hükümleri yazarak Allah’ın af, şefaat hidayet vb gibi uluhiyet yetkilerini gasp edip yeryüzünde) zulüm yüklenenler böylece o cehennemde heba olurlar.

20/TÂHÂ-112 Ve men ya’mel mines sâlihâti ve huve mu’minun fe lâ yehâfu zulmen ve lâ hadmâ(hadmen).
Ve (aracıları ve onların düzmece ilahlarını memnun etmek yerine) müminler olarak, sadece Allah’ı razı etmek için yeryüzünde salih amel işleyen kimseler, artık ahirette zulümden, kendilerine haksızlık yapılmasından ve (kazandıkları derecelerin) azaltılmasından korkmasınlar

20/TÂHÂ-113 Ve kezâlike enzelnâhu kur’ânen arabîyyen ve sarrafnâ fîhi minel vaîdi leallehum yettekûne ev yuhdisu lehum zikrâ(zikren).
Ve böylece Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik ve O’nda, size vaad olunanları (Dünyada ve Ahirette başınıza gelecek her tür hakikatı) şimdiden açıkladık. Böylece (Bkz; Beyyine suresi 3 her dönem farklı Resullerle gönderilmiş ancak aynı sınanma hükümlerini ihtiva eden/aynı emir ve yasaklardan oluşan İslam’ın temel hüküm Kitabı) Zikr’e/Kur’an’a icabet edip onlar da takva sahibi olurlar diye.

20/TÂHÂ-114 Fe teâlâllâhul melikul hak(hakku), ve lâ ta’cel bil kur’âni min kabli en yukdâ ileyke vahyuhu ve kul rabbi zidnî ılmâ(ılmen).
Ve (Öyleyse sınanma hükümlerinizi ihtiva eden) Kur’ân’ın vahyi, tamamlanmadan önce (Kur’an/Zikr 114 sureye tamam edilmeden önce) acele etme. Ve ancak, “Rabbim, benim ilmimi artır.” de. İşte Hakk ve Melik olan Allah, Yüce’dir

Taha suresi indirildiği dönemde “Müşrik mutrafiler” İslam’a karşı direnirken, bir yandan İslam’ın çığ gibi yayıldığını gördükçe sömürü düzenlerini kaybetmemek adına Hz Muhammed (S.A.V) Nebi ile pazarlık edip, {bkz; Taha suresi 133~134} Mutrafilerin çıkarlarını ve sömürü düzenlerini de koruyan bazı ayetlerin eklenmesini istediler. Bu nedenle Aziz Allah, Zikr’in/Kuran’ın tamamlanmakta olduğunu ve İnsanların tarih boyunca her dönemde aynı Zikr kitabı üzerinden sınanmış olduğunu belirterek, dönem müşriklerinin de aynı hüküm kitabı zikr’e tabi olması gerektiğini vurgulamaktadır. Taha suresi 114. ayetinde geçmiş dönemlerde sınanmış diğer insanlar gibi herkesin Zik’rin hükümlerinden sınanacağı belirtilmekte birlikte aşağıda devam eden ayetlerinde; Hz Adem (A.S)’dan başlangıçla, İnsanın niçin yeryüzünde olduğu ve niçin Zikri okuması gerektiği ve okumayanların nasıl haşrolunduğu gibi örnekler üzerinden kitap tilavet edilerek Taha suresi kapanış ayetlerine kadar bu önemli hususlar açıklanmaktadır. Bir taraftan küfür imanında direnen mutrafi müşriklere Allah’ın hükümlerinin değişmeyeceği/değiştirilemeyeceği açıklanırken: Diğer taraftan müminlere; Allah’ın hükümleri tamamen size açıklanıp Kuran 114 sureye tamamlanmadan önce, “eksik kalan hususlar için “kafanızdan ya da şundan/bundan (ehli kitap veya, mutrafi müşriklerden) edinilmiş fikri yorumlar ekleyip” acele etmeyin! Buyurularak; Hem Hz Muhammed (S.A.V) nebiye hem de Nebi üzerinden tüm müminlere ölçü içinde kalıp acele etmemeleri ve böylece “zihinlerini Aziz Allah’ın hak bilgisi Zikr/Kuran ile dolduran temiz akıl sahipleri” demek olan Ulul’elbab olmaları/kalmaları hususunda uyarılar yapılmaktadır. Kuran’da ölçü ve ölçüde kalmak çok önemlidir. Muzemmil suresi Kuran henüz tebliğ edilmeye başlandığı dönemde ve iniş sırasına göre 3. sırasındadır. Müzemmil suresi açılış ayetlerinden de idrak edildiği üzere; Aziz ve Hakim Allah; Hz Muhammed (S.A.V) nebiye görev olarak “Zikr’i/Kuran’ı tüm insanlığa tebliğ etmek” hassasiyetinde ağır bir sorumluluk yükleyeceğini belirtmekte ve bu sorumluluk üzerinde (risalet görevinde/Kuran tebliğinde) neler yapması gerektiğini ölçüsü ve vakitleriyle birlikte müzemmil suresi âyetleriyle bildirmektedir. Ardından 42. sırada indirilmiş olan Furkan suresi 32, 33 ayetlerinde önemle vurgulandığı üzere; Kuran insanların hükümleri layıkıyla idrak edip benimseyebilmesi için, 23 yılda fasılalarla ve olaylar üzerinde tatbik edilerek indirilmiştir. Buyurulmaktadır. Bu önemle, 110. sırada indirilmiş olan Maide Suresi 101,102. ayetlerinde; İleride açıklanacak ayetlerin sırası gelmeden onlar hakkında şimdiden sorular sormayın çünkü idrak edemeyeceğiniz bir şeyi benimseyemezsiniz. Ve benimseyemeyeceğiniz için kafir olursunuz uyarısı yapılmaktadır. 42. sırada nüzul edilmiş olan Furkan suresi ardınca 45. sırada indirilmiş olan Taha suresi 114. ayetinde Allah’ın hükümleri tamamen size açıklanıp Kuran 114 sureye tamamlanmadan önce, “eksik kalan hususlar için kafanızdan ya da şundan/bundan edinilmiş fikri yorumlar ekleyip” acele etmeyin! Buyurularak; Hem Hz Muhammed (S.A.V) nebiye hem de Nebi üzerinden tüm müminlere acele etmemeleri ve böylece “zihinlerini Aziz Allah’ın hak bilgisi Zikr/Kuran ile dolduran temiz akıl sahipleri” yani Ulul’elbab olmaları/kalmaları hususunda uyarılar yapılmaktadır. Bu hakikatla; Layık-ı idrak için hüküm ve hikmet sahibi Alim ve Hakim Allah’ın buyurduğu ölçüde; (ilk başlayanlar için) Kuranı İniş sırasına göre okumak ve okutmak farzımızdır”. Her söz ve fiilde nasıl ki doruk bir itina içinde; Aziz Allah’a takva ile itaat etmek gerekiyorsa; Kuran okurken de {Bkz; Şura suresi 17} Kuran’ı ölçüsüyle ve {Bkz; Bakara suresi 97} hidayetimiz için Hz Muhammed (S.A.V)’in kalbine indirdiğini açıklayan; “Hadi Allah’ın “ öğüdüne uyarak onun bildirdiği ölçüler ve öğütler ile Kuran okumak ve okutmak farzımızdır. Zira kâlp gönül ve idrak gibi Vehbi kabiliyetler, o yetenekleri yalnızca itaatkar muhsin kullarına bağışlayan “Vehhab Allah’ın” elindedir ve “Vehb-i idrak” sadece takvada kalan “temiz akıl sahipleri/ulul’elbab kimselere” sunulan bir ganimettir. (Not; Kuran’ı daha önce hatim etmiş kardeşlerimizin Vehhab Allah’ın hükmüne itaatkar kalmak adına Zikr’i bir kez daha iniş sırasına göre hatim etmesini tavsiye ederiz!) 25/FURKÂN-32: Ve kâfirler: “Kur’ân ona, (Muhammed’e (S.A.V) bir defada bütün (toplu) olarak indirilmeli değil miydi?” dediler. İşte bu, Kur’ân’ı senin ve ümmetinin idrakine tesbit etmemiz (sabitlememiz) içindir. Ve O’nu, bu sebeple kısım kısım tertipleyerek beyan ettik. 25/FURKÂN-33: Ve böylece sana hak ile ve en güzel tefsir ile ulaştırdığımızdan böylelikle kısım kısım merhale ile idraka tespit ettiğimiz her şeyi layıkıyla anladıkları için ümmetinden olanlar açıklanan bir meseleyi sana tekrar getirmediler. MÂİDE-101 Ey âmenû olanlar! Açıklandığında henüz benimseyemeyeceğiniz şeylerden sormayın. Eğer, Kur’ân (ayetleri) indirilirken o zaman ondan sorarsanız, size açıklanır. Allah, onlardan (bu kuralı bilmeden önce sorduğunuz şeylerden) dolayı sizi affetti. Allah Gafur’dur, Halîm’dir.  5/MÂİDE-102: Sizden önce (yaşamış) bir kavim (bu uyarıya rağmen) onu sormuştu. Sonra (indirilen hükmünü idrak edip benimseyemedikleri için) kâfir oldular. 42/ŞÛRÂ-17 Alim Allah, (İlahi ilmi ve hikmetiyle) Kitab’ı ve mizanı (ölçüsünü/ne şekilde okumanız gerektiğini) hak ile (yeryüzünde hükümlerine takva üzerinde sınanmanız gayesinde) indirdi. Belki de o kıyamet saati çok yakındır ve sen onu idrak etmemiş olursun. 2/BAKARA-97 Kim (Kuran’ı nebiye Vahiy eden) Cebrail’e düşman oldu ise (ona) de ki: “Halbuki muhakkak ki o (Cebrail a.s), onların ellerindeki (Bkz; Müzemmil 11 Allah’ın önceki dönemlerde ehli kitap müşriklere de indirdiği tahrif edilmemiş kitabını/Zikr’i de) tasdik eden O Kur’ân’ı, Allah’ın izniyle, mü’minlere bir hidayet rehberi ve müjde olsun diye senin “kalbine indirdi”!

20/TÂHÂ-115 Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ(azmen).
Ve andolsun ki Âdem (a.s)’a (cennette bazı şeyleri yasak ederek Allah’ın öğüdüne sadakat üzerinde) ahd verdirdik, fakat o (Allah’ın öğüdünü) unuttu. Ve onu, azîmli (ahdine vefa göstermekte kararlı) bulmadık.

20/TÂHÂ-116 Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ.
Ve (cennete girmeden) önce Ademin ilk yaratışında meleklere: “Âdem (A.S)’a secde edin!” demiştik. İblis hariç, hemen secde ettiler. O (iblis), direndi (secde etmedi).

20/TÂHÂ-117 Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ.
Bunun üzerine, Âdem’e şöyle dedik: “Ey Âdem! Muhakkak ki bu (şeytan), senin için ve zevcen (eşin) için düşmandır. Fitnesinden sakının ki, sonra sizin ikinizi (de) cennetten “Allah’a şaki olarak” çıkarmasın.

20/TÂHÂ-118 İnne leke ellâ tecûa fîhâ ve lâ ta’râ.
Muhakkak ki orada (cennette yeryüzündeki gibi) senin için acıkmak ve çıplak kalmak yoktur. Dedik.

20/TÂHÂ-119 Ve enneke lâ tazmeu fîhâ ve lâ tadhâ.
Ve muhakkak ki sen, orada susamazsın ve (sıcaktan) yanmazsın.

20/TÂHÂ-120 Fe vesvese ileyhiş şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şeceratil huldi ve mulkin lâ yeblâ.
Böylece şeytan, (cennette) ona vesvese verdi. Ve Dedi ki: “Ey Âdem! Sana, ebedîlik ağacına ve sona ermeyecek bir saltanata, delâlet edeyim mi (ulaşmanı sağlayayım mı)?”

20/TÂHÂ-121 Fe ekelâ minhâ fe bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafıkâ yahsıfâni aleyhimâ min varakıl cenneti ve asâ âdemu rabbehu fe gavâ.
Bunun üzerine (Allah yasak ettiği halde, Allah’ın öğüdünü ve ahdlerini çiğneyip) ikisi de ondan (o ağaçtan) yediler. O zaman ikisinin de edep yerleri kendilerine açıldı. Cennet yapraklarından üzerlerine örtmeye başladılar. Ve Âdem, böylece orada (Allah’ın öğüdünü çiğnemekle) Rabbine karşı azgın bir asi oldu.

20/TÂHÂ-122 Summectebâhu rabbuhu fe tâbe aleyhi ve hedâ.
Sonra Rabbi, onun (pişmanlık dolu) tövbesini kabul etti ve onun için doğru olacak yolu (mağfiret edilme şartını) ona şöyle gösterdi.

20/TÂHÂ-123 Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvvun, fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
“Siz İkiniz (İblis’in soyu ve Adem’in soyu olarak) hepiniz birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Benden size orada mutlaka hidayet (Zikr/Kuran) gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette olanlardan olarak kalmaz ve (Allah’a karşı) şâkî (isyankar) olmaz.” (Böylece işlediği ilk günah yükü mağfiret edilmiş olur)

20/TÂHÂ-124 Ve men a’rada an zikrî fe inne lehu maîşeten danken ve nahşuruhu yevmel kıyâmeti a’mâ.
Ve kim “indirdiğim zikrimden/Kur’an’dan yüz çevirirse”, o taktirde mutlaka onun için sıkıntılı bir süreç vardır. Ve kıyâmet günü artık onu, mutlaka delalette kalmış bir kör olarak haşredeceğiz.

20/TÂHÂ-125 Kâle rabbi lime haşertenî a’mâ ve kad kuntu basîrâ(basîran).
(O Kıyâmet günü şöyle) diyecek: “Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki ben (daha önce) görüyordum.”

20/TÂHÂ-126 Kâle kezâlike etetke âyâtunâ fe nesîtehâ, ve kezâlikel yevme tunsâ.
(AllahûTealâ): “Âyetlerimiz yeryüzünde sana geldiği zaman ( Bkz; İsra suresi 36 o gözler sana kendi hidayetini gösteren Zikr’i/Kuran ayetlerini okuman için verildiği halde) sen onları (o gözleri kendi hidayetinde kullanmayı) unuttun. Ve aynı şekilde bugün sen de (hidayetinde gereksiz gördüğün o gözlerden) unutuluyorsun.” der.

20/TÂHÂ-127 Ve kezâlike neczî men esrafe ve lem yu’min bi âyâti rabbihî, ve le azâbul âhırati eşeddu ve ebkâ.
(Allaha sadakat ve takva üzerinde tekrar cennete seçilmek üzere yeryüzünde kendilerine Rahmet edilmiş olan geçici sınav ömür sürelerini, yeryüzünde boş batıl şeylerle/küfür imanıyla) İsraf edenleri ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Ve ahiret azabı çok şiddetli ve bâkidir.

20/TÂHÂ-128 E fe lem yehdi lehum kem ehleknâ kablehum minel kurûni yemşûne fî mesâkinihim, inne fî zâlike le âyâtin li ulîn nuhâ.
Onlardan önce nice (müşrik) nesilleri helâk etmemize (rağmen) Onlar hâlâ (bu ibretle) hidayete ermediler mi? ; ki oysa onlar, şimdi onların (geçmişte helak edilen müşriklerin) meskenlerinde dolaşıyorlar. İşte bu mutlak akibette, nehy sahipleri için (Adem (A.S)’ın cenneteki ilk gafletine düşmeyip Aziz Allah’ın koyduğu emir ve yasaklarına yeryüzünde hassasiyet gösterenler için) mutlaka âyetler (ibretler) vardır.

20/TÂHÂ-129 Ve lev lâ kelimetun sebekat min rabbike le kâne lizâmen ve ecelun musemmâ(musemmen).
Ve eğer Rabbinden, daha önce (ahirette verilmiş ) bir kelimeyle (yeryüzünde Allah’a sadakat dairesinde tekrar cennete seçilme sözü) ve verilen bir müddet (Allah’a itaat ettiklerini kanıtlamak için verilmiş bir ömür süresi) olmasaydı, (onlara) mutlaka hemen bir (ceza) vermek lazım gelirdi.

20/TÂHÂ-130 Fasbir alâ mâ yekûlûne ve sebbih bi hamdi rabbike kable tulûış şemsi ve kable gurûbihâ, ve min ânâil leyli fe sebbih ve etrâfen nehâri lealleke terdâ.
O halde sana söylenen şeylere sabret! Ve Rabbini, güneşin tulûundan (doğuşundan) önce, güneşin gurubundan (batışından) önce ve gecenin bir kısmında hamd ile tesbih et. Ve gündüz boyunca da tesbih et. Umulur ki böylece rızaya ulaşırsın.

20/TÂHÂ-131 Ve lâ temuddenne ayneyke ilâ mâ mettâ’nâ bihî ezvâcen minhum zehratel hayâtid dunyâ li neftinehum fîhi, ve rızku rabbike hayrun ve ebkâ.
Ve onları (İnfak zekat gibi ameller üzerinden) imtihan etmemiz için, aralarından bazılarını metalandırdığımız (tüm mülkün asıl sahibi olan Malik-el Mülk Allah’ın mülkünden geçici olarak faydalandırdığımız) dünya hayatının (gelip geçici) ziynetlerine gözlerini dikme. (Mutrafilere verilen mal ve paranın onları sınamaktan başka birşey için verildiğini zannetme) Ve unutma ki; Rabbinin rızkı olan (ebed-i cennet) bâkidir (sürekli kalıcıdır) ve daha hayırlıdır.

20/TÂHÂ-132 Ve’mur ehleke bis salâti vastabir aleyhâ, lâ nes’eluke rızkâ(rızkan), nahnu nerzukuke, vel âkıbetu lit takvâ.
Ve ehline (ümmetine) salâtı (İslam’i hayatın ihyasında İnfak zekat sadaka gibi maddi ve manevi yardımlaşmayı) emret ve onun üzerinde sabırlı ol. Biz ( Bkz Enam suresi 136-141 uydurdukları düzmece batıl hükümlerle insanlardan Allah adına mal mülk toplayan müşrikler gibi ) sizden bir rızık istemiyoruz. Aksine; Sizi (hem İnfak edeni hem de infak edilmiş olan yoksunları dünya mülkümüzden) Biz rızıklandırıyoruz ve Unutmayın ki; En güzel Akibet daima takva sahiplerinindir.

20/TÂHÂ-133 Ve kâlû lev lâ ye’tînâ bi âyetin min rabbihî, e ve lem te’tihim beyyinetu mâ fîs suhufil ûlâ.
(Allah ‘ın İnfak emrine riayet etmeyen mal mülk sahibi O mutrafiler) “Bizim için de Rabbinden bir âyet getirsen olmaz mı?” dediler. (Mutrafilerin haklarını da koruyan bir ayet getirsen olmaz mı diye pazarlık yapmaya kalktılar) Şimdi, Evvelki sahifelerde de olan (Bkz; Beyyine suresi 3 ayetlerine direndikleri için geçmişte helak edilen tüm müşrik kavimler de gönderilmiş aynı hükümleri/sınav sorumluluklarını barındıran) Allah’ın beyyineleri (Allah’ın beyanlarını açıklayan Zikr/ Kur’an) şimdi onlara da gelmedi mi? (Ki korkmak yerine pazarlık etmeye kalkışıyorlar)

Beyyine; Allah’ın kullarına hüküm ettiği beyanları demektir. Hükümlerine sadakat dairesinde sınamak gayesiyle yeryüzüne gönderdiği insanoğlu için, İlahi ilmi ve hikmetiyle kulları yararına hükümler koyan Alim ve Hakim Allah, her dönem Resul’leri vasıtasıyla, sınav hükümlerini ihtiva eden beyyinelerini/ yani hesaba çekilecekleri sınav hükümlerini beyan etmiştir. Her dönem {Bkz; Beyyine suresi 3} gönderdiği beyyineleri/hükümleri aynı olduğu için, “hükümlerin tekrarı” manasıyla Kuran’ın ana ismi zikr’dir

20/TÂHÂ-134 Ve lev ennâ ehleknâhum bi azâbin min kablihî le kâlû rabbenâ lev lâ erselte ileynâ resûlen fe nettebia âyâtike min kabli en nezille ve nahzâ.
Biz onları, (pazarlık eden mutrafileri) (Zikir/Kur’an) göndermeden önce azapla hemen helâk etmiş olsak, bu kez muhakkak şöyle derlerdi: “Rabbimiz, bize resûl gönderseydin olmaz mıydı? Böylece biz de (cehennem hayatında) zelil ve rüsva olmadan önce senin âyetlerine tâbî olurduk.”

20/TÂHÂ-135 Kul kullun muterabbisun fe terabbesû, fe se ta’lemûne men ashâbus sırâtıs seviyyi ve menihtedâ.
De ki: “Herkes beklemekte, öyleyse siz de ( Bkz; Meryem suresi 68~71 cehennemde dizlerinizin üzerinde mecburi secdeye çökertileceğiniz o hesap gününü) bekleyin! Artık kim Sıratı Seviyye ehlidir, (Sıratı Mustakîm/Hidayete ulaştıran yoldadır) ve kim hidayete ermiştir, yakında muhakkak hepiniz bileceksiniz!