ŞUARÂ SURESİ

Bismillâhirrahmânirrahîm

26/ŞUARÂ-1: Tâ, sin, mim.
Tâ, Sin, Mim.

26/ŞUARÂ-2: Tilke âyâtul kitâbil mubîn(mubîni).
Bunlar, Kitab-ı Mübin’in (Mutlak gerçeği/Hakk-i’katı beyan eden kitabın) âyetleri’dir.

26/ŞUARÂ-3: Lealleke bâhıun nefseke ellâ yekûnû mu’minîn(mu’minîne).
Onlar mü’min olmuyorlar diye, neredeyse kendini helâk edeceksin.

26/ŞUARÂ-4: İn neşe’ nunezzil aleyhim mines semâi âyeten fe zallet a’nâkuhum lehâ hâdıîn(hâdıîne).
Eğer dileseydik gökten âyet (delil olarak ölüm meleği) indirirdik. Böylece onların boyunlarını gölgelerdi de (belki o zaman) ona itaat ederlerdi.

26/ŞUARÂ-5: Ve mâ ye’tîhim min zikrin miner rahmâni muhdesin illâ kânû anhu mu’ridîn(mu’ridîne).
Ve Rahmân’dan onlara (her dönemin müşriklerine) yeni bir zikir  gelmeyiversin, hemen ondan yüz çevirirler.

Hükümlerine sadakat dairesinde sınamak gayesiyle yeryüzüne gönderdiği insanoğlu için, İlahi ilmi ve hikmetiyle kulları yararına hükümler koyan Alim ve Hakim Allah, her dönem içinde, Resul’leri vasıtasıyla sınav hükümlerini ihtiva eden buyruklarını iletmiştir. Her dönem {bkz; Beyyine suresi 3} gönderdiği hükümler aynı olduğu için, “hükümlerin tekrarı” manasıyla Kuran’ın ana ismi zikr’dir. Kuran’ın ve Hz Musa’ya gönderilen Tevrat’ın ve Hz İsa’ya gönderilen İncil’in ve diğer Resul’lere gönderilen kitapların ortak ismi, aynı hükümleri barındırdığı için “hükümlerin tekrarı” manasıyla zikr’dir. Zikr tek tanrılı “İslam dininin hüküm kitabının ortak ismi” iken; Kuran Tevrat veya İncil gibi isimler Zikr’in { bkz: Rad suresi 38} dönemsel niteleyici adlarıdır. Geçmişte gönderilmiş diğer kitaplar {Bkz;Bakara suresi 100,101} aracılar tarafından tahrif edildiği için bu nedenle Aziz Allah  SÂD suresi 1. ayetinde Kur’an’dan “Zikr kitabının sahibi” yani  “içinde İslam hükümlerini eksiksiz barındıran tek ve yegane kitap” olduğunu vurgulamıştır. Aşağıda devam eden ayetlerinde Zikr gönderilen toplumlar ve işledikleri cürümler üzerinden örnekler verilerek tilavet edilecek.

26/ŞUARÂ-6: Fe kad kezzebû fe seye’tîhim enbâu mâ kânû bihî yestehziûn(yestehziûne).
Böylece onlar (İslam dinini ve ahiret hayatını) alay ederek yalanladılar. Fakat alay etmiş oldukları şeyin haberleri onlara yakında gelecek.

26/ŞUARÂ-7: E ve lem yerev ilel ardı kem enbetnâ fîhâ min kulli zevcin kerîm(kerîmin).
Onlar yeryüzünü görmediler mi? Orada çeşit çeşit, nice bitkiler çiftler halinde nice hayvanlar ürettik.

26/ŞUARÂ-8: İnne fî zâlike le âyeh(âyeten), ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki bunda elbette düşünenler için âyet (ibret) vardır. Ve fakat (yeryüzü yaratılışını görmelerine) rağmen onların çoğu (ahirete iman edip) yine de mü’min olmadılar.

Hem Arap müşrikler hem Ehli kitap anılan Hristiyan ve yahudiler ahirete inanmazlar bu nedenle Kuran’ın birçok sure ve ayetinde; “Tüm yeryüzünü en ince ayrıntısıyla yoktan yaratmaya muktedir olan Allah, ahireti de yaratmaya muktedir değil mi ? Yasin 81” sorusundaki mantığa davet ederek,, ahirete iman için mutlaka yaratılıştan ibret alınması öğütlemiştir. Ayetinde Ahirete inanmayan müşriklere bu durum tekrar vurgulanıyor.

26/ŞUARÂ-9: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîme).
Ve muhakkak ki senin Rabbin, elbette *Azîz’dir. Rahim’dir.

Geçmişte yaşamış tüm müşrik kavimlerde aracılar, Allah’ın Aziz ve Rahim uluhiyet vasıflarını gaspetmekle kulları aldatıp sömürmüşlerdir. Fitne döneminde ruhbanlar insanları sömürmek için; Allah’ın Aziz  uluhiyet vasfını gaspetmekle kendilerini Aziz ilan etmişlerdi. Örneğin; Kilise inancına göre bir insanın aziz olması için en az iki mucize göstermesi gerekiyordu. Günümüzde de kiliselerde hala devam eden Aziz seçim ritüeli bu şekildedir. Hastaları iyileştirip şifa vermek ölüleri diriltmek veya savaşta bir orduya ya da işlerinde bir kişiye mistik güçleri ile yardım etmek insanların rızkını açmak vs gibi mucize gösteren kişilere Aziz denir. “Saint” Aziz demektir. Kısaltılmış haliyle “St”  olarak yazılır.  “St Joseph” gibi önünde “St” kısaltma eki bulunan ve mantar gibi dünyanın her yerinde açılmış “st” ön eki taşıyan kiliseler, okullar manastırlar vb tüm bu yapılar, tarihte yaşamış fitne sahtekarlarının isimlerini taşır. Ve tabii ki; Allah’ın Aziz ulûhiyet vasfı üzerinden insanların ne denli sömürüldüğünün kanıtıdır. Kuran ayetlerinin indiği fitne döneminde bir çok ruhban, papaz, kabalistik şekil ve sayılarla sihir büyü yapan hahamlar, sanki hastaları iyileştiriyor gibi görünerek, veya insanların sözde rızıklarını veya kısmetlerini açmak vaadi, ve buna benzer sahtekarlıklar ile, halkı gerek kilise gerek sinagog veya mabedlerinde , rekabetle kendi çevrelerinde adeta pervane ediyorlardı. ülkemizdeki uçuşan şeyhler, evreni yöneten hocalar, okuyup üfleyerek iş bulanlar, rızık açanlar, sözde gaybı bilenler, hamile bırakarak mucizeler yaratan “Sözde Aziz” hacı hoca tarikat şeyhleri gibi. Aziz Allah, kullarının hastalıkta ve sağlıkta tüm ihtiyaçlarını karşılamaya muktedir olan, çare ve devada tek ve yegane varlık demektir. Bu kavram hem İbrahim hem de aşağıda Şuara suresi 78~82 ayetlerinde tarif edilmiştir. Allah’ın Rahim esması, Kuran’da  mutlaka Tevvab Allah ve Aziz Allah esması ile “Tevvabur Rahim” ve “Azizur Rahim” olarak birlikte zikredilir. Bunun hikmeti; tevbeleri kabul edip kulları af etme yetkisinin; bu ulûhiyeti gasp edip sahiplenmiş müşriklerin ruhbanların elinde olmadığını, bilakis kullarını rızıklandıran esirgeyen koruyan, yardım ve himaye eden, af ve mağfiret eden ve sınav yaşantısında kullarını müşahade etme yetkisini sadece kendisinde barındıran, yegane kudret olduğunu vurgulamak içindir. Bu hakikatla Şehid esması da Rahim esması ile birlikte vurgulanır. Onca esma içinden Rahim esmasının Kuran’da sadece Tevvab, Aziz ve Şehid esmaları  ile birlikte zikredilmesi, müşriklerin bu üç uluhiyeti sahiplenmiş olmasından kaynaklanır. Hıristiyanlar İsa için Allah’ın oğlu diyerek İsa üzerinden: Yahudiler yahve ismini verdikleri ve siyonda bir dağın üzerindeki bir konutta ikamet eden sözde yaratıcıları adına konuşan din adamları üzerinden: Arap müşrikler ise Lat Menat ve Uzza isimli Allah’ın sözde yetki verdiği kızları ve putları üzerinden insanları sömürmek gayesinde. {Bkz;. Mâide suresi 18 Necm 23 Nahl 55-60} kendilerini Allah’ın aracıları sıfatıyla kendilerini: tevbeleri kabul edip affeden, Tevvab ve her tür rızkı açan deva şifa dağıtan Aziz ve yardım ve himaye ve hidayet eden Rahim olarak ilan etmişlerdi. Er-Rahîm: Dünya sınav yaşantısı Rahmeti ile; Sınanma imkanı bağışladığı kullarının içinden: Nimetini ve dostluğunu şükür ile karşılayan ve kendisine Aracısız iman ve teslim olan kullarını, karşılığında dünyevi yardımlarla destekleyen ve hidayet yolunu açan ve böylelikle cennet yaşantısıyla mükâfatlandıran Allah manasına gelir. Aşağıdaki ayetlerinde geçmişte gönderilmiş Resul’lere itibar etmeyip aracılara aldananların başına gelenler, çeşitli kavimler üzerinde örneklerek “Aziz ve Rahim” uluhiyet özelliklerinin ancak ve sadece Allah’a ait olduğunu, hem dönem müşriklerine hem de müminlere “Azîzur Rahîm” vurgusuyla defalarca zikredilecek.

26/ŞUARÂ-10: Ve iz nâdâ rabbuke mûsâ eni’til kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Ve Rabbin, Musa (A.S)’a zalimler kavmine gitmesi (için) nida etmişti.

26/ŞUARÂ-11: Kavme fir’avn(fir’avne), e lâ yettekûn(yettekûne).
Firavun ve kavmi (hâlâ) Allah’a takva sahibi olmuyorlar mı? diye.

26/ŞUARÂ-12: Kâle rabbi innî ehâfu en yukezzibûn(yukezzibûni).
(Musa A.S): “Rabbim, muhakkak ki ben, beni tekzip etmelerinden korkuyorum.”

26/ŞUARÂ-13: Ve yadîku sadrî ve lâ yentaliku lisânî fe ersil ilâ hârûn(hârûne).
Ve göğsüm daralıyor ve dilim dönmüyor. Bunun için (tebliğde yardımcı olarak kardeşim) Harun’u da benimle gönder.

26/ŞUARÂ-14: Ve lehum aleyye zenbun fe ehâfu en yaktulûn(yaktulûni).
Ve üstelik onlara göre ben, günahkârım. Bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum.Demişti.

26/ŞUARÂ-15: Kâle kellâ, fezhebâ bi âyâtinâ innâ meakum mustemiûn(mustemiûne).
(Allahû Tealâ): “Hayır, korkmayın. âyetlerimizle (mucize ve delillerimizle) birlikte ikiniz de gidin! Muhakkak ki Biz, sizinle beraber yanınızda olup herşeyi işitenleriz.” dedi.

26/ŞUARÂ-16: Fe’tiyâ fir’avne fe kûlâ innâ resûlu rabbil âlemîn(âlemîne).
Haydi, gidin ve böylece ona (Firavun’a) : “Muhakkak ki biz, âlemlerin Rabbinin resûlleriyiz.” deyin.

26/ŞUARÂ-17: En ersil meanâ benî isrâîl(isrâîle).
(Ve Firavun’a) Kölelerin olarak zulmettiğin Benî İsrail’i (İsrailoğulları’nı) kölelikten azad edip bizimle beraber gelmelerine müsaade et! deyin.

26/ŞUARÂ-18: Kâle e lem nurabbike fînâ velîden ve lebiste fînâ min umurike sinîn(sinîne).
Ve (Firavun Musa’ya) Ey Musa“Sen henüz çocukken, seni içimizde himaye edip biz yetiştirmedik mi? Ve ömrünün birçok yılında içimizde kalmadın mı?” dedi.

26/ŞUARÂ-19: Ve fealte fa’letekelletî fealte ve ente minel kâfirîn(kâfirîne).
Ve üstelik sen, yapmaman gereken bir iş yaptın (cinayet işledin). Ve sen, artık bize göre kâfirlerdensin.

26/ŞUARÂ-20: Kâle fealtuhâ izen ve ene mined dâllîn(dâllîne).
Musa (A.S): “Onu yaptığım zaman (Bkz; Kasas suresi 15 o kişiyi kaza ile öldürdüğüm zaman) ben, (henüz mümin bile değildim ve) dalâlette olanlardandım.” dedi.

26/ŞUARÂ-21: Fe ferartu minkum lemmâ hıftukum fe vehebe lî rabbî hukmen ve cealenî minel murselîn(murselîne).
Ve O zaman ben sizden korktuğumdan dolayı kaçtım. Fakat ondan sonra Rabbim, beni Resul’ü kılıp bana hikmet bağışladı. Ve beni, mürselinlerden (İslam’ı tebliğ için gönderilen Resullerinden ) kıldı.

26/ŞUARÂ-22: Ve tilke ni’metun temunnuhâ aleyye en abbedte benî isrâîl(isrâîle).
Ve bana lütuf ve nimet olarak sunduğun ve başıma kaktığın şey aslında, Benî İsrail’i (İsrailoğulları’nı/soydaşlarımı) kendine köle yapmış olmandır.

26/ŞUARÂ-23: Kâle fir’avnu ve mâ rabbul âlemîn(âlemîne).
(Bunun üzerine Firavun): “Âlemlerin Rabbi ne demektir ?” diye sordu.

26/ŞUARÂ-24: Kâle rabbus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ, in kuntum mûkınîn(mûkınîne).
Musa A.S): “Eğer yakîn (sözlerime samimiyetle) inananlarsanız; (O), göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir.” diyerek tarif etti.

26/ŞUARÂ-25: Kâle li men havlehû e lâ testemiûn(testemiûne).                                                                                (Firavun) etrafındakilere alaycı: “İşitmiyor musunuz?” dedi.

26/ŞUARÂ-26: Kâle rabbukum ve rabbu âbâikumul evvelîn(evvelîne).
(Musa A.S): Alemlerin Rabbi olan Allah “Sizin ve sizden evvelki atalarınızın da Rabbidir.” diye sözlerine devam etti.

26/ŞUARÂ-27: Kâle inne resûlekumullezî ursile ileykum le mecnûn(mecnûnun).
(Firavun köle olan İsrailoğulları’na dönerek): “Muhakkak ki sizin için gönderilmiş olan Resûlünüz mutlaka mecnundur (delidir).” diyerek onu kavminin önünde{Bkz: Zuhruf suresi 54} küçük düşürmek için iftira etti.

26/ŞUARÂ-28: Kâle rabbul meşrıkı vel magribi ve mâ beynehumâ, in kuntum ta’kılûn(ta’kılûne).
(Musa A.S): “Eğer akletmiş olsanız, O doğunun ve batının ve ikisi arasındakilerin de Rabbidir.” diye sözlerine devam etti.

Tarih boyu çok tanrılı şirk inançlarını {bkz; Sâd süresi 5,6,7} benimsemiş olan tüm kavimlerde güneş tanrısı baş/ana tanrı olarak kabul edilmiştir. Ve yıldızlar; Güneş tanrısının dünyayı yönetmek adına muhtelif konularda vekili olarak yetkilendirdiği, kızları veya oğulları ya da akrabaları olduğu varsayılıyordu. Ve tarih boyu İslam haricinde geçmişte varolmuş ulusların tümü yıldızların isimlerine totemleştirdikleri gök tanrı putları üzerinden yıldız ilahlara tapınırlardı. Ve tanrıların/ilahların isteklerini put sahibi anılan “put hizmetkarı” kahinlerden öğrenirlerdi. Bu hakikat Kuran’da Enam suresi 75~83 ve Saffat suresi 83~98 ayetlerinde kıssa edilerek; Hz İbrahim (A.S) üzerinden ve Nuh suresi 21~24. ayetleri arasında Hz Nuh (A.S) üzerinden detaylı örneklenir. Erken Mısır döneminde Firavunlar; kendilerini güneş tanrısının yeryüzündeki sureti olarak gösterirlerdi. Geç Mısır döneminde ise firavunlar kendilerini, güneş Tanrı’sı “Ra”’nın oğulları olarak tanıtıp böylelikle halkı kullanıp sömürüyorlardı. Çok tanrılı inançlara göre ve çok tanrılı inançlardan devşirilmiş Hristiyan ve Yahudi müşrik inançlarına göre (Eski ahit ve Tevratta ve İncilde de) Tanrı insana benzer ve tepsi gibi düz tahayyül ettikleri bir dünyanın üzerinde bulunan gök katında, hemen bulutların üzerindeki konutunda ikamet ederdi. Tüm gök tanrı inançlarına göre (o dönem mesafe ölçer cihazlar henüz olmadığından) gökkubbeyi dünyanın tepesinde yüksek direkler üzerinde kurulu ve Tanrı’ların yaşadığı düz bir katman olarak tahayyül ederlerdi. Bu yüzden göktanrı inançlarına bir reddiye olarak {bkz;Lokman suresi 10 Rad suresi 2} ayetlerinde  “gökyüzünü direksiz yarattık” vurgusu yapılmıştır. Ve bu aldatmaca üzerine tarihte muhtelif müşrik inançlarında tanrıya ulaşmak için (tanrının buyruklarını iletiyoruz bahanesiyle insanları sömürmek için) Babil kulesi gibi yüksek kuleler inşa edilmiştir. Ya da, halk için ulaşımı zor olan bir dağın üzerinde (Bkz :Tevrat ve Zebur 9:11 3:4 Tevrata göre “siyon” dağında oturan yahve isimli ) sözde tanrılara konut inşaa edilmiş ve halk o konuttan aracılar vasıtasıyla iletilen komutlarla sömürülüp kullanılmıştır.  Hz Musa döneminde Mısır’da; Güneş tanrısı Ra’nın oğlu olarak ilah kabul edilen firavunlar da, yaşarken tanrının tek yetkilisi yani oğlu ve vekili olarak ülkeyi yönetir ve yüksek piramitler inşaa edip baba tanrı “Ra” ile oradan irtibatlandıklarını iddia ederek halkı kandırırlardı. Nitekim Hz Musa, Firavunu ve halkını, işinde ve hükmünde ve yönetiminde asla aracı ve vekil kabul etmeyen Alemlerin Rabbi olan Allah’a iman etmeye çağırınca, Firavun Aziz Allah’ın {bkz;mearic 4 / 50.bin yılda ancak ulaşılabilen ) ahiret aleminde olduğunu henüz idrak edemediğinden ve kendi inançlarında olduğu gibi Aziz Allah’ın da dünyada direklerin üzerinde bulunan gök konutunda ikamet ettiği zannıyla, yardımcısı Haman’a Musa’nın Rabbi’ni görmek için yüksek bir kule inşaa etmesini istemiştir.{bkz;Mumin süresi 36} Tüm çok tanrılı aracılı şirk inançlarında olduğu gibi Ehli kitap inancına göre/Musa’nın 5 kitabı anılan eski ahit ve Tevrat ve İncilde de “İslamda ikinci Alem zikredilen” ahiret hayatı yoktur.
Müşriklere göre yeryüzü; Doğudan batıya doğru uzanan tepsi gibi düz bir mekandır. Kendi inançlarına göre dünyanın doğu istikametinde {Bkz:Tevrat/Tekvin bölüm 2/6~14} Fırat ve Dicle nehirleri arasında olduğu tarif edilen “Aden” isminde verimli bir bahçe vardır. Dünyanın batı istikameti ise yaratıcının onları sürgüne gönderdiği topraklardır. Buyruklarına İtaat etmeleri halinde tanrı onları tekrar “aracı vekil” şefaatı ve hidayetiyle (tabii ki onları sömüren aracıların isteklerini yerine getirmek ve onlara bildirilen vergi bedellerini ödemeleri koşuluyla) tekrar Aden bahçesine kabul edecektir. Diğer anlamıyla müşrikler için Doğu demek Aden bahçesi yani yeryüzünde bulunan cennet demektir. Kuran indikten sonra cennet cehennem ve ahiret modeli detaylı olarak açıklandıkça taraftar kaybetmemek adına {bkz;mearic 36) müşrikler de cenneti sahiplenip dünyada doğuda bir yerde olduğunu iddia etmeye başladılar. Fırat ve Dicle arasında cennetin olmadığının kaşifler tarafından açıklanmasıyla bu kez İki doğu ve batı var demeye başladılar. Ahiret hayatını inkar etmekle Allah’ın tevbe af yetkilerini yeryüzünde kendi tekelinde tutan ve böylece kendilerini Tanrı’nın vekili olarak gösterip halkı sömüren tüm fitne dönemlerinde halkın algısında cennet’in ismi “doğu” olmuştur. O devirde insanlarının algısında Doğunun ve batının Rabbi demek, insanın kovulduğu cennetin ve insanın cennetten sürgün edildiği toprakların Rabbi demektir.  Ve bu cennet Kuran’a göre müminlerin algısında ikinci alemdedir. Ve insanlar ikinci alemdeki cennetten yeryüzüne sürgün edilmiştir. Çok tanrılı şirk inançlarına göre ve çok tanrılı şirk inançlarına göre tahrif edilip batıla tevil edilmiş Tevrat ve incile göre ise cennet “yeryüzünün doğusundadır”  ve insanların sürgün edildiği topraklar ise Fırat ve Dicle’nin batısında kalan dünya toprakları olduğu tarif edilmektedir. Kuran indikten sonra insanların akın akın İslam’a  {bkz; mearic suresi 36} geçmesiyle müşrikler sömürdükleri kişileri kaybetmemek adına; Ahiret inancı taşımadıkları  ve kitaplarında yazılı olmadığı halde;  “İslam’ın ikinci alemde bulunan” cennetini sahiplenmeye yeltenmişlerdir. Bu yüzden Yahudi ve hristiyan müşriklerden  {bkz: Bakara suresi 111} ayetiyle “kitaplarında cennet veya cehennem olduğuna dair kanıt göstermeleri” istenmiştir.
Ve Araf suresi 137. ayetinde halkı doğuda cennet var diyerek aldatan müşriklerin iddialarının aksine; İsrailoğulları’nı Firavun’un mezaliminden kurtarıp, arzın (dünyanın) bereketli kaldığımız doğusuna ve batısına Biz varis kıldık. Vurgusu yapılarak, yeryüzünün her iki yönünün de bereketli kılındığı ve yahudilerin yeryüzünde hem doğu hem de batıya istikamet edildikleri açıklanmaktadır. (siyonist) Tevrat’ta, ”yalnızca arzın doğusu ve doğusundaki (Sahte cennet) Aden bahçesi verimli topraklar olarak açıklanırken; Araf suresi 137. Ayetinde “arzın her iki istikametini verimli kaldık” vurgusu yapılmakla “tahrif Tevrat” inancına (sahte cennet tasvirine) ayrıca bir reddiye yapılmaktadır.

26/ŞUARÂ-29: Kâle leinittehazte ilâhen gayrî le ec’alenneke minel mescûnîn(mescûnîne).
(Firavun Musa’ya): “Eğer gerçekten benden başka bir ilâh edinirsen, seni mutlaka zindana atılanlardan kılarım.” Dedi.

26/ŞUARÂ-30: Kâle e ve lev ci’tuke bi şey’in mubîn(mubînin).
(Musa A.S): “Sana apaçık bir şey (mucizevi deliller) getirsem de mi?” dedi.

26/ŞUARÂ-31: Kâle fe’ti bihî in kunte mines sâdikîn(sâdikîne).
(Firavun): “Öyleyse sen, söylediğin bu sözlerine sadık isen, o mucizeleri getir.” dedi.

26/ŞUARÂ-32: Fe elkâ asâhu fe izâ hiye su’bânun mubîn(mubînun).
Bunun üzerine Musa (A.S) asasını yere attı. O zaman o, asa apaçık bir yılan oldu.

26/ŞUARÂ-33: Ve nezea yedehu fe izâ hiye beydâu lin nâzırîn(nâzırîne).
Ve elini çıkardığı zaman İşte o zaman onu seyredenler için o, el bembeyaz ışık saçar oldu.

26/ŞUARÂ-34: Kâle lil melei havlehû inne hâzâ le sâhırun alîm(alîmun).
(Firavun Aziz Allah’ın Musa üzerindeki mucizesi karşısında), etrafındaki ileri gelenlere: “Muhakkak ki bu, gerçekten bilgin bir sihirbazdır.” (Resul olduğuna inanmıyorum) dedi.

26/ŞUARÂ-35: Yurîdu en yuhricekum min ardıkum bi sıhrihî fe mâzâ te’murûn(te’murûne).
(Kendi halkının ileri gelenlerine;) Sizi bu sihri ile yerinizden yurdunuzdan çıkaracağını söylüyor. Bu taktirde siz onun akibeti için ne emredersiniz? Dedi.

26/ŞUARÂ-36: Kâlû ercih ve ehâhu veb’as fîl medâini hâşirîn(hâşirîne).
“Onu ve kardeşini beklet. Ve şehirlere toplayıcılar gönder!”

26/ŞUARÂ-37: Ye’tûke bi kulli sehhârin alîm(alîmin).
Bilgin (işinin ehli usta) sihirbazlardan ne kadar kişi varsa hepsini sana huzuruna getirsinler. Dediler.

26/ŞUARÂ-38: Fe cumias seharatu li mîkâti yevmin ma’lûm(ma’lûmin).
Böylece sihirbazlar, bilinen bir günün belli bir vaktinde biraraya getirildiler.

26/ŞUARÂ-39: Ve kîle lin nâsi hel entum muctemiûn(muctemiûne).
Ve insanlara: “Siz meydanda izlemek için tamamen toplandınız mı?” denildi.

26/ŞUARÂ-40: Leallenâ nettebius seharate in kânû humul gâlibîn(gâlibîne).
İnsanlar; Eğer onlar (sihirbazlar) Musa’ya karşı gâlip gelirlerse o zaman biz, mutlaka sihirbazlara tâbî oluruz. Dediler.

26/ŞUARÂ-41: Fe lemmâ câes seharatu kâlû li fir’avne e inne lenâ le ecran in kunnâ nahnul gâlibîn(gâlibîne).
Sihirbazlar, ise firavuna geldikleri zaman: “Eğer biz Musa’ya karşı gâlip gelirsek, gerçekten bize vereceğin bir ecir (mükâfat) var mı?” diye sordular.

26/ŞUARÂ-42: Kâle neam ve innekum izen le minel mukarrabîn(mukarrabîne).
(Firavun): “Evet, muhakkak ki siz o zaman, (bana) yakınlardan olacaksınız.” dedi.

26/ŞUARÂ-43: Kâle lehum mûsâ elkû mâ entum mulkûn(mulkûne).
(Musa (A.S) onlara): “Atacağınız şeyi atın.” dedi.

26/ŞUARÂ-44: Fe elkav hıbâlehum ve ısıyyehum ve kâlû bi izzeti fir’avne innâ le nahnul gâlibûn(gâlibûne).
Böylece (sihirbazlar) iplerini ve asalarını attılar. Ve “Firavunun izzeti için muhakkak ki gâlip gelenler elbette bizler olacağız.” diye kibirlendiler.

26/ŞUARÂ-45: Fe elkâ mûsâ asâhu fe izâ hiye telkafu mâ ye’fikûn(ye’fikûne).
Sonra onların ardından Musa (A.S) asasını attı. İşte o zaman, Musa (A.S)’ın asası onların sihir olarsk yaptıkları şeyleri yutuyordu.

26/ŞUARÂ-46: Fe ulkıyes seharatu sâcidîn(sâcidîne).
Sihirbazlar bu durum karşısında hemen secde ederek yere kapandılar.

26/ŞUARÂ-47: Kâlû âmennâ bi rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve Biz de artık “Âlemlerin Rabbine îmân ettik.” dediler.

26/ŞUARÂ-48: Rabbi mûsâ ve hârûn(hârûne).
Biz bundan sonra mutlaka Musa (A.S) ve Harun (A.S)’ın Rabbine îmân ediyoruz. Dediler

26/ŞUARÂ-49: Kâle âmentum lehu kable en âzene lekum, innehu le kebîrukumullezî allemekumus sıhr(sıhra), fe le sevfe ta’lemûn(ta’lemûne), le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hılâfin ve le usallibennekum ecmaîn(ecmaîne).
(Firavun): “Ben size izin vermeden, siz hemen O’na îmân mı ettiniz. Muhakkak ki Onlar Resul değildir. Ve olsa olsa O ancak size sihri öğretebilecek ehil bir sihir ustası olabilir.  Artık yakında elbette siz de bana sırt dönmekle başınıza gelenleri mutlaka görüp bileceksiniz. Ellerinizi ve ayaklarınızı mutlaka çaprazlama kestireceğim. (Tevkif ettireceğim) Ve ardından sizin hepinizi astıracağım.” dedi.

26/ŞUARÂ-50: Kâlû lâ dayra innâ ilâ rabbinâ munkalibûn(munkalibûne).
“Önemli değil. (Alemlerin Rabbi olan Allah’a iman etmekle nasılsa) Rabbimize dönecek ve (cennetine kavuşacak) olanlarız.” dediler.

26/ŞUARÂ-51: İnnâ natmeu en yagfira lenâ rabbunâ hatâyânâ en kunnâ evvelel mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki biz, (Çok tanrılı aracılı şirk inançlarını reddedip tek ilah’ı olan İslam’a dönmekle) artık mü’minlerin ilki olduk. (Müslüman olmanın ilk şartını yerine getirdik.) Artık biz sadece (af ve mağfiret etmeye yegane yetkisi olan) Rabbimizin, hatalarımızı mağfiret etmesini umuyoruz. Dediler.

26/ŞUARÂ-52: Ve evhaynâ ilâ mûsâ en esri bi ıbâdî innekum muttebeûn(muttebeûne).
Ve Musa (A.S)’a “Kullarım ile (Firavun’un köle olarak zimmetinde tuttuğu İsrailoğulları ile) gece yola çık. Muhakkak ki siz, (Firavun ve ordusu tarafından) takip edilecek olanlarsınız.” diye vahyettik.

26/ŞUARÂ-53: Fe ersele fir’avnu fîl medâini hâşirîn(hâşirîne).
Bunun üzerine firavun, (İsrailoğulları kaçmasın diye) şehirlere toplayıcılar gönderdi.

26/ŞUARÂ-54: İnne hâulâi le şirzimetun kalîlûn(kalîlûne).
Ve muhakkak ki bunlar, gerçekten (sayıları) az olan küçük bir grup.

26/ŞUARÂ-55: Ve innehum lenâ le gâizûn(gâizûne).
Ve muhakkak ki onlar, (köle olarak tutulan İsrailoğulları yıllardır kendilerini bir ilaha/Firavun’a hizmet eden köleler olduklarını sanıyorlardı şimdi Musa ile gerçeği öğrenmekle) gerçekten bize karşı çok öfkeli bir toplum oldular. Dediler.

26/ŞUARÂ-56: Ve innâ le cemîun hâzirûn(hâzirûne).
Ve ancak muhakkak ki biz, onlar için hala gerçekten sakınılan (korkulan) bir topluluğuz. Dediler

26/ŞUARÂ-57: Fe ahracnâhum min cennâtin ve uyûn(uyûnin).
Ve böylece İslam’a karşı kibirlendikleri için bu yüzden Biz, onları kendi bahçeleriden ve pınarlarıdan çıkaranlar olduk.

26/ŞUARÂ-58: Ve kunûzin ve makâmin kerîm(kerîmin).
Ve (bu yüzden) hazinelerini ve kerim (ikram edilmiş, yüksek) makamlarını terk etmek zorunda kaldılar.

26/ŞUARÂ-59: Kezâlik(kezâlike), ve evresnâhâ benî isrâîl(isrâîle).
İşte böylece (daha sonra Firavun’un ülkesi anılan o yerlere), o makam ve mülklere İsrailoğullarını varis kıldık.

26/ŞUARÂ-60: Fe etbeûhum muşrikîn(muşrikîne).
Firavun ve askerleri doğuya doğru (Kızıldeniz’e doğru), onların (İsrailoğullarının) peşine düştükleri zaman.

26/ŞUARÂ-61: Fe lemmâ terâel cem’âni kâle ashâbu musâ innâ le mudrakûn(mudrakûne).
İki topluluk takip esnasında birbirlerine görünecek kadar yakınlaştığı  anda, Musa (A.S)’ın ashabı, “Gerçekten ( Firavun’un ordusu) bize yetişti.” dediler.

26/ŞUARÂ-62: Kâle kellâ, inne maiye rabbî seyehdîn(seyehdîni).
(Musa A.S): “Hayır, muhakkak ki Rabbim benimle beraber, O, bizi hidayete (kurtuluşumuza) ulaştıracaktır.” dedi.

26/ŞUARÂ-63: Fe evhaynâ ilâ mûsâ enıdrib bi asâkel bahr(bahra), fenfeleka fe kâne kullu firkın ket tavdil azîm(azîmi).
O zaman Musa (A.S)’a: “Asanı denize vur.” diye vahyettik. Hemen deniz infilâk etti (patlayarak yarıldı ve ikiye ayrıldı). Böylece denizden ayrılan her iki parça büyük ve yüksek dağ gibi arasından geçilecek bir geçit oluşturdu.

26/ŞUARÂ-64: Ve ezlefnâ semmel âharîn(âharîne).
Ve diğerlerini (Firavun’un ordusunu da) oraya yaklaştırdık.

26/ŞUARÂ-65: Ve enceynâ mûsâ ve men meahû ecmaîn(ecmaîne).
Ve böylece Musa (A.S)’ı ve onunla beraber olanların hepsini kurtardık.

26/ŞUARÂ-66: Summe agraknel âharîn(âharîne).
Sonra diğerlerini (denizde açılmış geçiti tekrar sularla kapatarak) boğduk.

26/ŞUARÂ-67: İnne fî zâlike le âyeh(âyeten), ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki bunda (bu kıssada) Onlar gibi mümin olmayan herkes için gerçekten âyet (alınacak bir ibret) vardır.

26/ŞUARÂ-68: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).
Ve muhakkak ki (aracıların uydurduğu vekil ilahlar yerine) asıl senin Rabbin, işte asıl O, Azîz’dir, Rahîm’dir.

26/ŞUARÂ-69: Vetlu aleyhim nebee ibrâhîm(ibrâhîme).
Ve onlara İbrâhîm (A.S)’ın haberini de oku.

26/ŞUARÂ-70: İz kâle li ebîhi ve kavmihî mâ ta’budûn(ta’budûne).
O, Babasına ve babasının kavmine: “Taptığınız şeyler nedir?” diye sormuştu.

26/ŞUARÂ-71: Kâlû na’budu asnâmen fe nezallu lehâ âkifîn(âkifîne).
“Biz putlara tapıyoruz. Biz, atalarımızdan beri devamlı onlara ibadet edici olanlarız.” dediler.

26/ŞUARÂ-72: Kâle hel yesmeûnekum iz ted’ûn(ted’ûne).
(İbrâhîm A.S): O halde; “Dua ettiğiniz zaman sizi işitiyorlar mı?”

26/ŞUARÂ-73: Ev yenfeûnekum ev yedurrûn(yedurrûne).
Veya size fayda veya zarar veriyorlar mı? diye sordu.

26/ŞUARÂ-74: Kâlû bel vecednâ âbâenâ kezâlike yef’alûn(yef’alûne).
“Hayır! Dediler. Bizler babalarımızı böyle yapıyor diye. Bu yüzden biz de onlar gibi putlara yöneliyoruz.

26/ŞUARÂ-75: Kâle e fe raeytum mâ kuntum ta’budûn(ta’budûne).
(İbrâhîm A.S): “Öyleyse taptığınız şeylerin ne olduğunu hiç gördünüz mü?” diye sordu.

26/ŞUARÂ-76: Entum ve âbâukumul akdemûn(akdemûne).
Siz ve sizin, geçmişteki babalarınızın da taptığı bu ilahları?

26/ŞUARÂ-77: Fe innehum aduvvun lî illâ rabbel âlemîn(âlemîne).
Alemlerin Rabbi haricinde Muhakkak ki Ben artık o tüm ilahlara düşman oldum. Dedi.

26/ŞUARÂ-78: Ellezî halakanî fe huve yehdîn(yehdîni).
(Çünkü) Beni yaratan da hidayete erdiren de O’dur.

26/ŞUARÂ-79: Vellezî huve yut’ımunî ve yeskîn(yeskîni).
Ve beni yediren ve içiren, O’dur.

26/ŞUARÂ-80: Ve izâ maridtu fe huve yeşfîn(yeşfîni).
Ve hastalandığım zaman bana şifa veren, O’dur.

26/ŞUARÂ-81: Vellezî yumîtunî summe yuhyîn(yuhyîni).
Ve beni öldürecek, sonra (da) beni diriltecek olan, O’dur.

26/ŞUARÂ-82: Vellezî atmeu en yagfira lî hatîetî yevmed dîn(dîni).
Ve dîn günü, benim hatalarımı mağfiret etmesini umduğum da O’dur.

26/ŞUARÂ-83: Rabbi heb lî hukmen ve elhıknî bis sâlihîn(sâlihîne).
Rabbim bana hikmet bağışla ve beni salihlere dahil et.

26/ŞUARÂ-84: Vec’al lî lisâne sıdkın fîl âhırîn(âhırîne).
Ve beni, sonrakilerin lisanlarında sadık kıl (sonraki nesiller arasında benim İslam dinine/Allah’a sadık olarak anılmamı sağla).

26/ŞUARÂ-85: Vec’alnî min veraseti cennetin naîm(naîmi).
Ve beni, ni’metlendirilmiş cennetlerinin varislerinden kıl.

26/ŞUARÂ-86: Vagfir li ebî innehu kâne mined dâllîn(dâllîne).
Ve babamı mağfiret et, muhakkak ki o dalâlette kalanlardan oldu.

26/ŞUARÂ-87: Ve lâ tuhzinî yevme yûb’asûn(yûb’asûne).
Ve beas günü (yeniden dirilme günü, kıyâmet günü) beni mahzun etme.

26/ŞUARÂ-88: Yevme lâ yenfau mâlun ve lâ benûn(benûne).
Çocukların ve malın fayda vermediği o gün (beni utandırma).

26/ŞUARÂ-89: İllâ men etâllâhe bi kalbin selîm(selîmin).
Allah’a selîm (Allah’a iman ve teslim olarak selâmete ermiş) kalple gelenler hariç. Diye yakararak dua etti.

26/ŞUARÂ-90: Ve uzlifetil cennetu lil muttekîn(muttekîne).
Ve cennet ki, işte o takva sahiplerine yaklaştırıldı. (Aracılık kurumunu terk edip her iş ve oluşta tek yetki sahibi olan Ehad Vahid ve Samed Allah’a takva üzerinde yönelen muttakilere yaklaştırıldı)

26/ŞUARÂ-91: Ve burrizetil cahîmu lil gâvîn(gâvîne).
Ve cehennem azgınlara (aracıların vekil ilahlarına yönelmiş azgınlar için) bariz olarak gösterildi.

26/ŞUARÂ-92: Ve kîle lehum eyne mâ kuntum ta’budûn(ta’budûne).
Ve ahirette onlara: “Tapmakta olduğunuz şeyler şimdi nerede?” denilir.

26/ŞUARÂ-93: Min dûnillâh(dûnillâhi), hel yensurûnekum ev yentesırûn(yentesırûne).
Allah’tan başka (ilâhlarınız) burada şimdi size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerine yardım edebiliyorlar mı?

26/ŞUARÂ-94: Fe kubkıbû fîhâ hum vel gâvun(gâvune).
Onlar (aracılara aldanan müşrikler) ve azgınlar, (halkı düzmece ilahlarla ve putlarıyla aldatan mutrafiler ve onların çıkar payandası din adamları ruhbanlar) oraya (cehenneme) yüzüstü (burunları yere sürtünerek) atılırlar.

26/ŞUARÂ-95: Ve cunûdu iblîse ecmeûn(ecmeûne).
Ve O iblisin ordularının hepsi.

26/ŞUARÂ-96: Kâlû ve hum fîhâ yahtesımûn(yahtesımûne).
Onlar (halkı aldatan aracılar  ve onlara aldananlar) orada (ahirette hesap gününde) hasım olarak (düşmanca çekişerek) derler ki…

26/ŞUARÂ-97: Tallâhi in kunnâ le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah’a yemin olsun ki, biz (yeryüzünde) mutlaka apaçık bir dalâlet içindeydik.

26/ŞUARÂ-98: İz nusevvîkum bi rabbil âlemîn(âlemîne).
Âlemlerin Rabbi ile onları (aracıları ve düzmece ilahlarını) bir tutuyorduk.

26/ŞUARÂ-99: Ve mâ edallenâ illel mucrimûn(mucrimûne).
Ve işte böylece bizi bu mücrimlerden (hidayetimize mani olan asıl suçlu bu mutrafilerden ve ruhbanlardan ) başkası dalâlette bırakmadı.

26/ŞUARÂ-100: Fe mâ lenâ min şâfiîn(şâfiîne).
Ve şimdi Artık biliyoruz ki bizim için onlardan bir şefaatçi yoktur.

26/ŞUARÂ-101: Ve lâ sadîkın hamîm(hamîmin).
Ve (şimdi biliyoruz ki bizim için onlardan) sadık bir dost yoktur.

26/ŞUARÂ-102: Fe lev enne lenâ kerraten fe nekûne minel mu’minîn(mu’minîne).
Bizim için keşke bir kere daha (dünyaya dönüş) olsaydı, o zaman biz de mü’minlerden olurduk. Dediler/derler

26/ŞUARÂ-103: İnne fî zâlike le âyeh(âyeten), ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki bunda elbette bir âyet (ibret) vardır. Fakat onların (Geçmişte sınanmış olanların) çoğu mü’min olmadılar.

26/ŞUARÂ-104: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).
Ve muhakkak ki senin Rabbin, asıl O, Azîz’dir. Rahîm’dir.

26/ŞUARÂ-105: Kezzebet kavmu nûhınil murselîn(murselîne).
Nuh’un kavmi, mürselinleri (gönderilen resûlleri) tekzip ettiler (yalanladılar).

26/ŞUARÂ-106: İz kâle lehum ehûhum nûhun e lâ tettekûn(tettekûne).
Onların kardeşi Nuh (A.S) onlara: (Bkz; Nuh suresi 23 göktanrı İlahlarınız olan Vedd’i, Suvâa’yı, Yagûs’u ve Yaûka’yı ve Nesra’yi terkedip ) “Allah’a karşı takva sahibi olmuyor musunuz?” demişti.

26/ŞUARÂ-107: İnnî lekum resûlun emîn(emînun).
Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resûlüm.

26/ŞUARÂ-108: Fettekûllâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun. Ve bana/Resul’e itaat edin.

26/ŞUARÂ-109: Ve mâ es’elukum aleyhi min ecr(ecrin), in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve onun için (hidayetinizin tebliği) için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.

26/ŞUARÂ-110: Fettekûllâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun. Ve bana/İslam’a itaat edin. Demişti.

26/ŞUARÂ-111: Kâlû e nu’minu leke vettebeakel erzelûn(erzelûne).
“Sana en basit insanlar (halktan fakir insanlar) tâbî olduğuna göre, biz (de) mi sana inanalım?” dediler.

Tüm çok tanrılı inançlarda ve çok tanrılı inançlardan devşirilmiş Arap veya Hristiyanlık veya Musevilik gibi aracı vekaleti ile Allah’tan başka hükümler koymaya, af ve mağfiret etmeye, kendilerini yetkilendiren şirk inançlarının tümünde, (günümüzde mevcut olan İncil ve Tevratta da) “ahiret hayatı inancı” yoktur. Dolayısıyla ahiret inancı taşımayan tüm inançlarda “bir insan dünyada ne kadar çok mal mülk evlat sahibi ise, Tanrı’nın da onları o nisbette sevdiğine ve mal mülk ile ödüllendirdiğine iman ederlerdi/hala ediyorlar. Oysa İslamda dünya yaşantısı ve dünya nimetleri tanrı sevgisine mukayese edilecek bir yer değildir. Bilakis maddenin aldatıcı bir meta sayıldığı kısa süre kalınan sadece bir sınav süreci hayatıdır. Müşrikler arasında; Mal mülk ve evlat çokluğu ilahlarının bir mükafatı olarak kabul gördüğü için; Müşrik halk da malı ve evladı çok olan kişileri tanrının sevgili kulu olarak görüp o kişilere o ülkenin/şehrin mutrafileri olarak olağanüstü itibar ederlerdi. {Bkz; Sebe suresi 34~39} ayetlerinde açıklandığı üzere; Bu yüzden tüm Müşrik inançlarda zengin varlıklı kişiler daima sözü dinlenip itibar ve itaat edilmesi gereken {bkz; Kalem suresi 14} “tanrının sevgili kul saydığı” “üstün sınıf” olarak kabul görüyordu. Tekasür suresi 1~3 ayetlerinde de vurgulandığı gibi, müşrikler bu çarpık inançla mezarlardaki ölülerini bile sayıp tanrı sevgisine nisbet ederek halk arasında kibirleniyorlardı. Hadid suresi 20~24. Ayetlerinde çokluk yarışıyla kibirlenen müşriklerin bu kibirlenmeleri Allah’ın sevgisine nisbet edilecek bir şey değildir bilakis yeryüzü sınavında bir fitne metasıdır. Bu durum müminleri asla yanıltmasın buyurulmaktadır.  Kehf suresi 32~46 ayetleri arasında iki adam üzerinden örnekler verilerek, tanrı sevgisinin madde/meta ile asla mukayese edilmemesi gerektiği ve mal mülk evlat çokluğunu imtiyazlı bir üstünlük olarak görüp kibirlenen kişilerin akibeti, çarpıcı bir kıssa üzerinde açıklanmıştır.. Ve {bkz Kasas suresi  78~82} ayetleri arasında; Yeryüzünün gelmiş geçmiş en zengin insanlarından sayılan Karun, kendisine verilen servetin, kendi tanrıları tarafından çok sevildiği için bir ödül olarak kendisine bahşedildiğini iddia ediyordu. Ve Aziz Allah, “Karun kıssasından ve Karun’un ibretlik hazin akibetinden” müminlerin bir ders çıkarması gerektiğini Kasas suresi 78~82 âyetleriyle buyurmaktadır. Karun gibi, kendi ilahlarının sevgisine nisbet ederek mallarının çokluğu ile övünüp Allah’ın İnfak emrine riayet etmeyen ve Kalem suresi 17~33. ayetleri arasında kıssa edilen iki müşrik adamın akibeti de, Karun’un acı ve hazin akibetinin bir benzeridir. Nuh suresi 21. ve Hud suresi 27. Ve Şuara suresi 111. ayetlerinde de vurgulandığı gibi; Mal ve evlat çokluğunu ilahlarının kendilerine bir armağanı olarak görüp Hz Nuh (as) ve İslam’a karşı kibirlenen ve halkı ruhbanlar yardımıyla düzmece ilahların/tanrıların otoritesi üzerinden sömüren “kavmin mutrafilerinin/elit müşriklerin” ve onlara tabi olanların akibetinin de, “helak edilen diğer müşrik kavimlerde olduğu gibi” hüsranla biteceğinin altı çizilmektedir. Nuh (A.S)’dan sonraki dönemde yaşamış olan {bkz; Araf suresi 66} “Ad” kavminin ileri gelenleri/kavmin mutrafileri de varlıklarını tanrı sevgisine nisbet ederek şirk hükümleriyle halkı Allah’ın otoritesi üzerinden sömürürlerken; onların ardından Semud kavmi için gönderilmiş olan Salih (A.S)’ın tüm ikazlarına rağmen, kavmi sömüren {bkz; Araf suresi 75} elit hakim müşrik mutrafilerin, İslam’a karşı ölesiye direnciyle karşılaşmıştır. Onların ardınca gönderilmiş olan {bkz; Araf suresi 88. 90.} Lut ve Medyen kavmi de, müşrik elit zümre/mutrafiler tarafından sömürülmüşler ve hak din İslam’a dönmeleri için, Allah’ın Resul’leri olarak kendilerine nezir/uyarıcı olarak gönderilmiş olan Hz Lut (A.S) Ve Şuayb (A.S)’ a karşı helak edilinceye kadar ölümüne direnmişlerdir.  Erken Mısır döneminde Firavunlar, kendilerini güneş tanrısının yeryüzündeki sureti olarak gösterirlerdi. Geç Mısır döneminde ise, {bkz Kasas suresi 38} kendilerini güneş Tanrı’sının oğulları olarak niteleyip {bkz ; Yunus suresi 88} ülkenin mutrafileri anılan elit hakim zümre ile birlikte nemalandıkları bir fitne ile halkı kullanıp sömürmüşlerdir. Yunus suresi 78. ayetinde vurgulandığı üzere malını ve mülkünü baba tanrı (güneş tanrısı Ra’nın) sevgisine nisbet eden Firavun; Zuhruf suresi 53,54 ayetlerinde de aynı inanç mantığını ileri sürerek ; “Hz Musa Resul olsaydı onun da tanrısı ona, benim ellerimdeki gibi bilezikler ve mülk olarak böyle geniş topraklar verirdi” diyerek sömürdüğü halkının önünde Hz Musa’yı küçük düşürmeye çalışmıştır. (Tabii ki amacı Hz Musa’yı küçük düşürmek değil; Bilakis mutrafilerin şirk sömürü düzenini ortadan kaldıran İslam’ın önünü kesmekti) ve Kuran indiği dönemde; Atalarından devraldıkları göktanrı şirk sömürü düzenini sürdüren ve: { Bkz : Zuhruf suresi 23 Sebe suresi 34,35 } Geçmişte yaşamış tüm müşrik kavimlerde olduğu gibi, göktanrı inançlarının “malı evladı çok olan zenginlere verdiği imtiyazı, bir sömürü fitnesi olarak kullanmayı sürdüren “Mekkeli elit hakim zümre {Bkz; Zuhruf suresi 31) karyenin mutrafileri de” sömürü düzenlerini devam ettirebilmek adına {bkz; Zuhruf suresi 57,58} ayetlerinde vurgulandığı üzere Hz Muhammed (S.A.V) nebiyi aynı Firavun’un yaptığı gibi “mal mülk” üzerinden küçümseyerek İslam’a muhalefet ediyorlardı. Bu nedenle müşrik inanç sömürü düzeninin tarih boyu her dönem elebaşılığını yapmış olan, “ülkenin/şehrin mutrafileri” yani o ülkeyi Allah’ın otoritesi üzerinden vergiler koyarak sömüren elit hakim zümrenin “öncelikli” uyarıldığı {bkz: İsra suresi 16} ayetiyle vurgulanmakta ve Vakıa suresi 45. ayetinde de mutrafilerin ve mutrafilere tabi olanların mutlaka ağır bir cehennem azabında sürekli mahkum tutulacağı açıklanmaktadır. Ve ayrıca {bkz Saffat suresi 31,32,33} ayetlerinde mutrafilerin ve onlara tabi olanların sapan olsun saptıran olsun mutlaka cehenneme akibet edileceği vurgulanmaktadır. Mümin suresi 47~54. ayetleri arasında, Şuara suresi 94~102 ayetleri arasında olduğu gibi, mal ve mülklerini Allah’ın sevgisine nisbet ederek kendilerini diğer fakir insanlardan üstün ve üzerlerinde hak sahibi olduklarını iddia eden mutrafilerin ve onlara tabi olanların, cehennemin içinde kendi aralarında kurmuş oldukları pişmanlık dolu diyalogları detaylı ibret edilmektedir.

26/ŞUARÂ-112: Kâle ve mâ ilmî bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
“Onların İslam’a  bu kalbi yönelmeleri hakkında benim bir ilmim (bilgim) yoktur.” dedi.

26/ŞUARÂ-113: İn hısâbuhum illâ alâ rabbî lev teş’urûn(teş’urûne).
Onların hesabı, sadece Rabbime aittir, keşke siz de bunun farkında olsanız.

26/ŞUARÂ-114: Ve mâ ene bi târidil mu’minîn(mu’minîne).
Ve ben mü’minleri (fakirlikleri yüzünden) tardedici (kovacak) değilim.

26/ŞUARÂ-115: İn ene illâ nezîrun mubîn(mubînun).
Ben sadece herkes için apaçık bir nezirim (uyarıcıyım).

26/ŞUARÂ-116: Kâlû le in lem tentehi yâ nûhule tekûnenne minel mercûmîn(mercûmîne).
Ve (mutrafiler) Dediler ki: “Ey Nuh! Eğer sen, gerçekten (bizi uyarmaktan) vazgeçmezsen, sen mutlaka taşlananlardan olacaksın.”

26/ŞUARÂ-117: Kâle rabbi inne kavmî kezzebûn(kezzebûni).
Bunun üzerine Nuh (A.S): “Rabbim, muhakkak ki kavmim beni tekzip etti (yalanladı).” dedi.

26/ŞUARÂ-118: Feftah beynî ve beynehum fethan ve neccinî ve men maiye minel mu’minîn(mu’minîne).
Bu durumda benimle onların arasını öyle bir açışla aç ki (ve böylece) beni ve mü’minlerden benimle beraber olanları kurtar.

26/ŞUARÂ-119: Fe enceynâhu ve men meahu fîl fulkil meşhûn(meşhûni).
Böylece onu ve onunla beraber olanları, dolu bir gemi içinde kurtardık.

26/ŞUARÂ-120: Summe agraknâ ba’dul bâkîn(bâkîne).
Sonra Biz, (onların) arkasında kalanları (gemiye binmeyenleri) boğduk.

26/ŞUARÂ-121: İnne fî zâlike le âyeh(âyeten), ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki bunda mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların çoğu mü’min olmadılar.

26/ŞUARÂ-122: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).
Ve muhakkak ki senin Rabbin, (aracılar ve sahte ilahları yerine) elbette O, Azîz’dir, Rahîm’dir.

26/ŞUARÂ-123: Kezzebet âdunil murselîn(murselîne).
Ad kavmi, mürselini (gönderilen resûlleri) tekzip etti (yalanladı).

26/ŞUARÂ-124: İz kâle lehum ehûhum hûdun e lâ tettekûn(tettekûne).
Onların kardeşi Hud (A.S) onlara: “Siz çok tanrılı ilahları terkedip Allah’a takva sahibi olmayacak mısınız?” demişti.

26/ŞUARÂ-125: İnnî lekum resûlun emîn(emînun).
Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resûlüm.

26/ŞUARÂ-126: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun ve bana itaat edin (İslam’a tâbî olun).

26/ŞUARÂ-127: Ve mâ es’elukum aleyhi min ecr(ecrin), in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.

26/ŞUARÂ-128: E tebnûne bi kulli rîın âyeten ta’besûn(ta’besûne).
Bütün yüksek tepelere, âyet (Tanrının evi olduğunu ve yeryüzünü buradan aracılar vasıtasıyla yönettiğini delillendirmek için) yüksek binalar kuleler inşa ederek abesle iştigal mi ediyorsunuz?

26/ŞUARÂ-129: Ve tettehızûne mesânia leallekum tahludûn(tahludûne).
Veya (bu dünyada sanki) ebedî kalacağınızı umarak, kendinize yapıtlar mı dikiyorsunuz?

26/ŞUARÂ-130: Ve izâ betaştum betaştum cebbârîn(cebbârîne).
Ve fakat Siz ancak, insanları cebirle (zorbalıkla) yakalayıp köle yaparak kullanan zalimlersiniz.

26/ŞUARÂ-131: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse artık Allah’a karşı takva sahibi olun ve bana itaat edin (İslam’a tâbî olun).

26/ŞUARÂ-132: Vettekûllezî emeddekum bimâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve şimdi artık bildiğiniz (Gönderdiği Resul’lerinin sizlere öğrettiği) şeylerle size yardım eden (Allah’a) karşı takva sahibi olun.

26/ŞUARÂ-133: Emeddekum bi en’âmin ve benîn(benîne).
Ve o ki; Size hayvanlar ve oğullarla da yardım etti.

26/ŞUARÂ-134: Ve cennâtin ve uyûn(uyûnin).
Ve bahçelerle ve pınarlarla…

26/ŞUARÂ-135: İnnî ehâfu aleykum azâbe yevmin azîm(azîmin).
Muhakkak ki ben, azîm günün (helak gününün) azabının sizin üzerinize olmasından korkarım. Diyerek onları uyardı.

26/ŞUARÂ-136: Kâlû sevâun aleynâ e vaazte em lem tekun minel vâızîn(vâızîne).
“Sen, bize vaazetsen de veya vaazedenlerden olmasan da bizim için eşittir.” (Boşuna konuşma) dediler.

26/ŞUARÂ-137: İn hâzâ illâ hulukul evvelîn(evvelîne).
Bu ancak evvelkilerin hulûkundan (geçmişte var olmuş sahte uydurma tek tanrılı İslam dini uydurma masallarından) başka bir şey değildir.

26/ŞUARÂ-138: Ve mâ nahnu bi muazzebîn(muazzebîne).
Ve biz ahiret olduğuna inanmıyoruz bu nedenle azaplandırılacak değiliz. Dediler.

26/ŞUARÂ-139: Fe kezzebûhu fe ehleknâhum, inne fî zâlike le âyeh(âyeten), ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Böylece onu tekzip ettiler (yalanladılar). Biz de bu sebeple onları helâk ettik. Muhakkak ki bu kıssada da herkes için mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların da çoğu, mü’min olmadılar.

26/ŞUARÂ-140: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).
Ve muhakkak ki (çok tanrılı ilahlara tapınan müşrik kavimlere karşı her dönem galip gelmiş ve şirkin sahte ilahlarına yönelen kavimleri her dönem helak etmiş olan) senin Rabbin, (aracıların sahte ilahları yerine) elbette asıl O, Azîz’dir. Rahîm’dir.

26/ŞUARÂ-141: Kezzebet semûdul murselîn(murselîne).
Semud (kavmi) de mürselini (resûlleri) tekzip etti (yalanladı).

26/ŞUARÂ-142: İz kâle lehum ehûhum sâlihun e lâ tettekûn(tettekûne).
Onların kardeşi Salih (A.S) da onlara: “Siz takva sahibi olmayacak mısınız ?” demişti.

26/ŞUARÂ-143: İnnî lekum resûlun emîn(emînun).
Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resûlüm.

26/ŞUARÂ-144: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun ve bana itaat edin (İslam’a tâbî olun).

26/ŞUARÂ-145: Ve mâ es’elukum aleyhi min ecr(ecrin), in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve ona (tebliğime) karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.

26/ŞUARÂ-146: E tutrakûne fî mâ hâhunâ âminîn(âminîne).
Siz, burada bulunduğunuz yerde (Allah’ın davetine icabet etmediğiniz halde helak edilmeden) emin olarak bırakılacak mısınız? Diyerek onları uyarmıştı.

26/ŞUARÂ-147: Fî cennâtin ve uyûn(uyûnin).
Bahçelerde ve pınarlarda…

26/ŞUARÂ-148: Ve zurûın ve nahlin tal’uhâ hedîm(hedîmun).
Ve ekinler, çiçekleri açılmış hurmalıklar…

26/ŞUARÂ-149: Ve tenhıtûne minel cibâli buyûten fârihîn(fârihîne).
Ve O’nun dağlarında maharetle evler oyuyorsunuz (yontuyorsunuz).

26/ŞUARÂ-150: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun ve bana itaat edin (İslam’a tâbî olun).

26/ŞUARÂ-151: Ve lâ tutîû emral musrifîn(musrifîne).
Ve müsriflerin (Rahman Allah’ın sınamak için verdiği ömür sürelerini mal mülk peşinde batıl ile israf eden o mutrafi müsriflerin) emrine itaat etmeyin.

26/ŞUARÂ-152: Ellezîne yufsidûne fîl ardı ve lâ yuslihûn(yuslihûne).
Onlar (mutrafiler), yeryüzünde fesat çıkarırlar ve ıslâh etmezler.

26/ŞUARÂ-153: Kâlû innemâ ente minel musahharîn(musahharîne).
(Müşrikler Salih as için)“Sen, sadece bizim için büyülenenlerden bir mecnunsun.” dediler.

26/ŞUARÂ-154: Mâ ente illâ beşerun mislunâ, fe’ti bi âyetin in kunte mines sâdikîn(sâdikîne).
Sen, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Öyleyse eğer sen, sözüne sadıklardan isen bize bir âyet (mucize) getir.

26/ŞUARÂ-155: Kâle hâzihî nâkatun lehâ şirbun ve lekum şirbu yevmin ma’lûm(ma’lûmin).
(Salih A.S): “İşte bu dişi deve bir mucizedir. (sizi helak edeceğine ve ahiretine inanmadığınız Allah’ın devesidir ve meydan okumanıza karşılık şimdi). Su içme hakkı onun. Belirlenen gün(ler)de de su içme hakkı sizin.” demişti.

26/ŞUARÂ-156: Ve lâ temessûhâ bi sûin fe ye’huzekum azâbu yevmin azîm(azîmin).
Ve ona kötülükle dokunmayın. (iyi muamele edin) Dokunursanız) o zaman büyük günün azabı sizi alır. (Bu deveye kötü bir amaçla dokunduğunuz anda veya su içme hakkını gasp ettiğiniz an Allah’a meydan okuduğunuz için Allah sizi helak edecek. Demisti)

26/ŞUARÂ-157: Fe akarûhâ fe asbahû nâdimîn(nâdimîne).
Buna rağmen (Allah’a ve söylenenlere inanmadıkları için) onu kestiler. Sonra da kestiklerine pişman oldular.

26/ŞUARÂ-158: Fe ehazehumul azâb(azâbu), inne fî zâlike le âyeh(âyeten), ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Böylece onları azap aldı (yakaladı). Muhakkak ki bunda mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların çoğu mü’min olmadılar.

26/ŞUARÂ-159: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).
Ve muhakkak ki senin Rabbin, elbette O, Azîz’dir. Rahîm’dir.

26/ŞUARÂ-160: Kezzebet kavmu lûtınil murselîn(murselîne).
Lut (A.S)’ın kavmi (de) mürselini (resûlleri) tekzip etti (yalanladı).

26/ŞUARÂ-161: İz kâle lehum ehûhum lûtun e lâ tettekûn(tettekûne).
Onların kardeşi Lut (A.S) da onlara: “Siz takva sahibi olmayacak mısınız ?” demişti.

26/ŞUARÂ-162: İnnî lekum resûlun emîn(emînun).
Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resûlüm.

26/ŞUARÂ-163: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun. Ve bana itaat edin (islam’a tâbî olun).

26/ŞUARÂ-164: Ve mâ es’elukum aleyhi min ecr(ecrin), in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve ona (tebliğime) karşı (aracılık müessesesinin yaptığı gibi) sizden bir ücret istemiyorum. (Allah adına yıllık alınan vergiler harçlar vb istemiyorum) Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.

26/ŞUARÂ-165: E te’tûnez zukrâne minel âlemîn(âlemîne).
Siz elalemin erkeklerine mi yaklaşıyorsunuz?

26/ŞUARÂ-166: Ve tezerûne mâ halaka lekum rabbukum min ezvâcikum, bel entum kavmun âdûn(âdûne).
Ve Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi böylece evlerinizde bırakıyorsunuz. Hayır, siz gerçekten azgın (Allah’ın sınırlarını çiğneyen haddi aşan) bir kavimsiniz.Demişti.

26/ŞUARÂ-167: Kâlû le in lem tentehi yâ lûtu le tekûnenne minel muhracîn(muhracîne).
“Ey Lut! Eğer gerçekten sen, (bizi uyarmaktan) vazgeçmezsen, sen mutlaka (yurdumuzdan) ihraç edilenlerden (kovulanlardan) olacaksın.” dediler.

26/ŞUARÂ-168: Kâle innî li amelikum minel kâlîn(kâlîne).
(Hz Lut A.S) “Muhakkak ki ben, sizin amellerinizi şiddetle buğzedenlerdenim (tiksinenlerdenim).” dedi.

26/ŞUARÂ-169: Rabbi neccinî ve ehlî mimmâ ya’melûn(ya’melûne).
Rabbim, beni ve ehlimi (bana tâbî olan müminleri), bu melunların arasından kurtar. Diye dua etti.

26/ŞUARÂ-170: Fe necceynâhu ve ehlehû ecmaîn(ecmaîne).
Bunun üzerine Biz de onu ve ehlini, kurtardık.

26/ŞUARÂ-171: İllâ acûzen fîl gâbirîn(gâbirîne).
Geride kalanların içinde bir ihtiyar kadın (Lut (A.S)’ın hanımı) hariç.

26/ŞUARÂ-172: Summe demmernel âharîn(âharîne).
Sonra diğerlerini dumura uğrattık (nesillerini sona erdirdik).

26/ŞUARÂ-173: Ve emtarnâ aleyhim matara(mataran), fe sâe matarul munzerîn(munzerîne).
Ve onların üzerine (bkz; Hud süresi 82,83 şehrin altındaki mağma tabakasını siccil yağmuru olarak üstlerine yağdırdık. İşte bu uyarılara kulak asmayanların (siccil/mağma ateş ) yağmuru, ne çok kötü idi.

26/ŞUARÂ-174: İnne fî zâlike le âyeh(âyeten), ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki bunda mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların çoğu mü’min olmadılar.

26/ŞUARÂ-175: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).
Ve muhakkak ki asıl senin Rabbin, elbette O, Azîz’dir. Rahîm’dir.

26/ŞUARÂ-176: Kezzebe ashâbul eyketil murselîn(murselîne).
Eyke halkı (da) mürselini (resûlleri) tekzip etti (yalanladı).

26/ŞUARÂ-177: İz kâle lehum şuaybun e lâ tettekûn(tettekûne).
Şuayb (A.S) onlara: “Siz (ilahlarınızı terkedip Allah’a) takva sahibi olmayacak mısınız?” demişti.

26/ŞUARÂ-178: İnnî lekum resûlun emîn(emînun).
Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resûlüm.

26/ŞUARÂ-179: Fettekullâhe ve etîûn(etîûni).
Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun. Ve bana itaat edin.

26/ŞUARÂ-180: Ve mâ es’elukum aleyhi min ecr(ecrin), in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve ona (tebliğime) karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.

26/ŞUARÂ-181: Evfûl keyle ve lâ tekûnû minel muhsirîn(muhsirîne).
Ölçüyü ifa edin (Allah’ın kulları için ayetleriyle belirlediği ölçüyü yeryüzünde aşmayın). Ve muhsirinden (nefslerini hüsrana düşürerek, kaybettiği dereceler kazandığı derecelerden fazla olanlardan) olmayın.

26/ŞUARÂ-182: Vezinû bil kıstâsil mustekîm(mustekîmi).
İstikamet üzere olanların kıstası ile (Allah’ın hükümleriyle) tartın.

26/ŞUARÂ-183: Ve lâ tebhasun nâse eşyâehum ve lâ ta’sev fîl ardı mufsidîn(mufsidîne).
İnsanların nimetlerinden kısmayın . (Aziz Allah’ın insanlar için bahşettiği nimetlerinden ilah otoritesi üzerinden haksızca vergiler isteyerek onların nimetlerinden kısmayın ve nimeti olarak bahşettiği hükümlerine ulaşma haklarını engelleyerek) yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapmayın.

26/ŞUARÂ-184: Vettekûllezî halakakum vel cibilletel evvelîn(evvelîne).
Ve sizi ve sizden evvelki toplumları da yaratana karşı takva sahibi olun. Demişti.

26/ŞUARÂ-185: Kâlû innemâ ente minel musahharîn(musahharîne).
Bu uyarılar üzerine Ona da; “Sen sadece büyülenmişlerdensin.” dediler.

26/ŞUARÂ-186: Ve mâ ente illâ beşerun mislunâ ve in nazunnuke le minel kâzibîn(kâzibîne).
Ve sen, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Ve biz, seni mutlaka yalancı olarak addediyoruz. Dediler.

26/ŞUARÂ-187: Fe eskıt aleynâ kisefen mines semâi in kunte mines sâdıkîn(sâdıkîne).
Öyleyse eğer sen, (Allah’ın bizi helak edeceğine dair söylediğin o tehdit) sözlerinde sadıklardan isen şimdi hemen üzerimize gökyüzünden üzerimize parçalar düşür. Dediler.

26/ŞUARÂ-188: Kâle rabbî a’lemu bi mâ ta’melûn(ta’melûne).
(Şuayb A.S): “Muhakkak ki Rabbim, zaten sizin yaptıklarınızı çok iyi bilir.” dedi.

26/ŞUARÂ-189: Fe kezzebûhu fe ehazehum azâbu yevmiz zulleh(zulleti), innehu kâne azâbe yevmin azîm(azîmin).
Böylece onu da tekzip ettiler (yalanladılar). Bunun üzerine, “sayha ile gelen o helak azabı” onları da aldı. Muhakkak ki o, azîm bir günün azabıydı. {Medyen kavminin helakı için detaylı Bkz Hûd suresi 84~95}

26/ŞUARÂ-190: İnne fî zâlike le âyeh(âyeten), ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).
Muhakkak ki bunda, mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların çoğu, mü’min olmadılar.

26/ŞUARÂ-191: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).
Ve muhakkak ki asıl senin Rabbin, elbette O, Azîz’dir, Rahîm’dir.

26/ŞUARÂ-192: Ve innehu le tenzîlu rabbil âlemîn(âlemîne).
Ve muhakkak ki O (Kur’ân), gerçekten âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.

26/ŞUARÂ-193: Nezele bihir rûhul emîn(emînu).
O’nu, Ruh’ûl Emin (Cebrail A.S)

26/ŞUARÂ-194: Alâ kalbike li tekûne minel munzirîn(munzirîne).
Nezirlerden (Allah adına uyaranlardan) olman için onu senin kalbine indirdi.

26/ŞUARÂ-195: Bi lisânin arabiyyin mubîn(mubînin).
Apaçık bir Arap lisanı ile.

26/ŞUARÂ-196: Ve innehu lefî zuburil evvelîn(evvelîne).
Ve muhakkak ki O “zikr” evvelkilerin (evvelden yaşamış toplumlara gönderilmiş tahrif edilmemiş kitapların) sayfalarında da mutlaka vardır.

26/ŞUARÂ-197: E ve lem yekun lehum âyeten en ya’lemehu ulemâu benî isrâîl(isrâîle).
Ve Benî İsrail’in ulemasının (âlimlerinin bir kısmının) O’nu (Zikri/Kuran’ı ) tanımış olması, onlar için yeterli bir delil olmadı mı?

[Bkz; Rad suresi 36] Kuran indikten bir müddet sonra Beni İsrail alimlerinin bir kısmı Kuran’ı kabul ederken halkı sömürmeye alışmış bir diğer kısmı ise sömürü düzenlerini ortadan kaldıran bazı bölümlere itiraz ettiler. Kimisi ise Kuran’ı toptan reddediyordu.

26/ŞUARÂ-198: Ve lev nezzelnâhu alâ ba’dıl a’cemîn(a’cemîne).
Ve eğer Biz, O’nu bir kısım a’cemine (Arap olmayan bir gruba) indirseydik.

26/ŞUARÂ-199: Fe karaehu aleyhim mâ kânû bihî mu’minîn(mu’minîne).
Böylece onlara, O’nu okusaydı (gene de) O’na îmân etmezlerdi.

26/ŞUARÂ-200: Kezâlike seleknâhu fî kulûbil mucrimîn(mucrimîne).
Biz O’nu, mücrimlerin (suçluların/mutrafi müşriklerin] kalplerine işte böyle işledik.

26/ŞUARÂ-201: Lâ yu’minûne bihî hattâ yeravul azâbel elîm(elîme).
Onlar elîm azabı (inanmadıkları ahiret hayatında o cehennemi bir gerçek olarak) görmedikçe O’na îmân etmezler.

26/ŞUARÂ-202: Fe ye’tîyehum bagteten ve hum lâ yeş’urûn(yeş’urûne).
Ancak, o azap onlara ansızın geldiğinde onlar farkında bile olmazlar.

26/ŞUARÂ-203: Fe yekûlû hel nahnu munzarûn(munzarûne).
“O zaman ahirette pişmanlıkla; Biz, yeniden sınanmsk için dünyada ömür/mühlet verilenlerden olur muyuz?” diye yalvararak fırsat sorarlar.

26/ŞUARÂ-204: E fe bi azâbinâ yesta’cilûn(yesta’cilûne).
Yoksa onlar da (evvelden yaşamış ve helak edilmiş kavimler gibi alay ederek) azabımızı şimdi hemen acele mi istiyorlar?

26/ŞUARÂ-205: E fe raeyte in metta’nâhum sinîn(sinîne).
İşte gördün mü? Onları senelerce (yeryüzü mülkümüzde) metalandırsak bile.

26/ŞUARÂ-206: Summe câehum mâ kânû yûadûn(yûadûne).
Sonra vaadolundukları şey (cehennem azabı) onlara mutlaka gelir.

26/ŞUARÂ-207: Mâ agnâ anhum mâ kânû yumetteûn(yumetteûne).
Onların metalandırıldıkları şeyler, (geçici sınav dünya nimetleri/kibirlendikleri mal mülk para) onlara hiçbir  fayda vermez.

26/ŞUARÂ-208: Ve mâ ehleknâ min karyetin illâ lehâ munzirûn(munzirûne).
Ve hiçbir beldeyi, nezirler olmadıkça (onlara uyarılar göndermedikçe) helâk etmedik.

26/ŞUARÂ-209: Zikrâ, ve mâ kunnâ zâlimîn(zâlimîne).
(Yukarıda kavimler üzerinde örneklenerek) Ayetlerimizle zikredildi ki; Biz, asla zalimler olmadık. Çok tanrılı batıl şirk sömürü düzenine yönelen kavimleri çeşitli uyarılar yapmadan helak edip cahennem azabına mahkum etmedik)

26/ŞUARÂ-210: Ve mâ tenezzelet bihiş şeyâtîn(şeyâtînu).
Ve O’nu (Kur’ân’ı), şeytanlar indirmedi. {bkz; şuara suresi 221}

26/ŞUARÂ-211: Ve mâ yenbagî lehum ve mâ yestetîûn(yestetîûne).
Ve (bu), onlara yakışmaz (onların harcı değildir) ve onlar, (bunu yapmaya) muktedir olamazlar.

26/ŞUARÂ-212: İnnehum anis sem’i le ma’zûlûn(ma’zûlûne).
Muhakkak ki onlar, (vahyi) işitmekten kesin olarak azledilmiş (men edilmiş) olanlardır.

26/ŞUARÂ-213: Fe lâ ted’u meallahi ilâhen âhara fe tekûne minel muazzebîn(muazzebîne).
Öyleyse Allah ile beraber diğer bir başka ilâha dua etme. O taktirde azap edilenlerden olursun.

26/ŞUARÂ-214: Ve enzir aşîretekel akrebîn(akrebîne).
Ve en yakınındaki aşireti de (bu önemli hususta) uyar. (Duyur tebliğ et)

26/ŞUARÂ-215: Vahfıd cenâhake li menittebeake minel mu’minîn(mu’minîne).
Ve mü’minlerden, sana tâbî olan kimselere kanatlarını ger.

26/ŞUARÂ-216: Fe in asavke fe kul innî berîun mimmâ ta’melûn(ta’melûne).
Onlar eğer, (Bkz; Şuara suresi 194 Allah’ın senin kalbine indirdiği o hükümlerinde) sana asi olurlarsa, o zaman: “Muhakkak ki ben, sizin yaptıklarınızdan uzağım.” de.

26/ŞUARÂ-217: Ve tevekkel alel azîzir rahîm(rahîmi).
Ve Azîz ve Rahîm olan Allah’a tevekkül et (O’nu vekil et ve ona güven).

26/ŞUARÂ-218: Ellezî yerâke hîne tekûm(tekûmu).
O, sen kıyam ettiğin zaman seni görür.

26/ŞUARÂ-219: Ve tekallubeke fîs sâcidîn(sâcidîne).
Ve secde edenler arasında senin dönmeni (de görür).

26/ŞUARÂ-220: İnnehu huves semîul alîm(alîmu).
Muhakkak ki O; O, Sem’î’dir (en iyi işten) Alîm’dir (en iyi bilendir).

26/ŞUARÂ-221: Hel unebbiukum alâ men tenezzeluş şeyâtîn(şeyâtînu).
Şeytanlar kimlere iner size haber vereyim mi?

Geçmişte tüm çok tanrılı gök tanrı inançlarında ; Güneş tanrısı baş tanrı olarak kabul edilmiştir. Yıldızlar, ana tanrı güneşin dünyayı yönetmek adına muhtelif konularda yetki vererek vekili olarak atadığı, kızları veya oğulları ya da akrabaları varsayılmıştır. Bu hakikat Kuran’da Enam suresi 75~83 ve Saffat suresi 88~98 ayetlerinde kıssa edilerek; Hz İbrahim üzerinden örneklenir. İslam haricinde geçmişte yaşamış ulusların tümü yıldızların isimlerine totemleştirdikleri putlar üzerinden “Gök tanrılara” tapınırlardı. Ve tanrıların isteklerini “put hizmetkarı” anılan put sahibi kahinlerden öğrenirlerdi. Ve gök Tanrı inançlarına göre (o dönem mesafe ölçer cihazlar henüz olmadığından) gökkubbeyi dünyanın tepesinde yüksek direkler üzerinde kurulu, tanrıların yaşadığı düz bir katman olarak tahayyül ederlerdi. Bu yüzden göktanrı inançlarına bir reddiye olarak {bkz;Lokman suresi 10 Rad suresi 2} ayetlerinde  “gökyüzünü direksiz yarattık” vurgusu yapılmıştırYahudi müşrikler kendi krallarını Tanrının oğlu kabul edip bu vasıtasıyla tanrının yeryüzünü idare ettiğine inanıyorlardı. Hıristiyan müşrikler ise Hz İsa’yı Allah’ın oğlu olarak niteleyip sömürülerini, Kilise Ruhbanlık kurumu eliyle Hz İsa üzerinden sürdürüyorlardı. {Bkz Zuhruf suresi 23} Tarih boyu gelmiş geçmiş tüm aracılı şirk inançları, {Bkz; Zuhruf suresi 31} şehrin varlıklı zengin ileri gelenleri demek olan “Karyenin mutrafilerinin çıkarları için hükümler yazan aracılar/ruhbanlar vasıtasıyla yürütülen bir sömürü düzeni ve aldatmacasıdır. Delalette olanlar ise Zikr’e itibar etmeyip onlara aldanan halklardır. Arap müşrikler tüm çok tanrılı inançlarda olduğu gibi Tanrının evlatları ile dünyayı yönettiğine inanıyordu ve Lat Uzza ve Menat olarak isimlendirdileri Allah’ın kızları olarak varsaydıkları, Putlar’ın hidayeti ve şefaatini umarak Allaha dolaylı yöneliyorlardı. Dolayısıyla Put sahipleri Tanrının insanlardan istediği vergileri harçları miktarıyla halka iletiyordu. Put hizmetkarı aracılar Allah’ın vekili olarak yetki verdiği kızlarıyla şeytanlar ve cinler vasıtasıyla saffat 6~11 ve Hicr 17,18 ayetlerinde bu yalanları reddedildiği halde haberleştiklerini aktarıyordu. Yani halk şehrin/karyenin mutrafileri/elitleri tarafından putlar üzerinden aracılar eliyle sömürülüyordu. {Bkz Mâide suresi 18 Necm 23 Nahl 55-60 Necm 23 Muminun 91} Müşriklerin, vekil kıldıkları putlar yukarıdaki ayettlerinde kıssa edildiği üzere muhtelif toplumlarda isim olarak değişse de daima vekil saydıkları “yıldız tanrılara” ibadet etmişlerdir. Hicr 16 ve Saffat 6 ayetlerinde, “semayı yıldızlarla bir ziynet olarak süsledik” vurgusu yıldızların kutsal değil ancak ve sadece birer yıldız olduğunu vurgulamak içindir. Müşrik ruhbanlar, insanları kandırıp sömürme gayelerinde,Allah ile cinler arasında akrabalıklar isnad edip {bkz: saffat 158 ve Enam 100} “cinler ve şeytanlar bizim hizmetimizde göğe yükselip bize Allah’tan vahiy getiriyor” iddialarında bulunarak Hz Muhammed (S.A.V) risaletini red ediyorlardı. Ve Hicr suresi 6, Kalem suresi 51 ve Duhan suresi 14. ayetlerinde vurgulandığı üzere ve Şuara suresinde kıssa edildiği gibi geçmişte yaşamış tüm mürselinlere de iftira ettikleri gibi Hz Muhammed (S.A.V)’e deli mecnun ifitiraları atıyorlardı. Müşrik inançlarında ahiret hayatı yoktur ve onlara göre dünya tepsi gibi düz bir yerdir. Tanrıları ise bu aldatmacada; tepsi dünyanın tepesinde hemen bulutların üzerindeki bir yerde bulunan ikametgahında oturmaktadır. Bu yüzden tarihte muhtelif müşrik inançlarında tanrıya ulaşmak için (tanrının buyruklarını iletiyoruz bahanesiyle insanları sömürmek için) Babil kulesi gibi yüksek kuleler inşa edilmiştir. Ya da, halk için ulaşımı zor olan bir dağın üzerinde sözde aracı tanrılara konut inşaa edilmiş ve halk o konuttan aracılar vasıtasıyla iletilen komutlarla sömürülmüş kullanılmıştır. En yaygını ise; Cinler ve şeytanların ilahlar ile ruhbanlar arasında ulaklık görevi yaptıkları telkin edilerek halk cinler ulaklığıyla düzmece göktanrı ilahlarının otoritesi üzerinden sömürülmüştür . Hicr suresinde şeytanların ve cinlerin göğe yükselip Allah ile kullar arasında aracılık görevini yerine getiremeyecekleri vurgulanmakla birlikte ilk yaratılışta tüm meleklerin, İnsan önünde secde ederek eğilmesine rağmen, Ateşten bir halk olan şeytan ve cinlerin insan önünde asla eğilmediğini ve bu yüzden yeryüzünde de insana aracılık yapan bir hizmetli konumunda olmayacakları vurgulanarak ilk yaratılış kıssasıyla aktarılır. Hicr suresi devam eden ayetlerinde Allah’ın Resullerini ve hak dinini inkar eden müşrik kavimlere, cinler veya şeytanlar yerine Allah’ın gönderdiği görevli meleklerin aslında hangi vesileyle geldiğini ve geldiklerinde kavimlere nasıl felaketler yaşattıklarını sureye ismini veren Hicr kavmi ve Lut kavimleri ve Hz İbrahim’den örneklerle açıklanır. Kulların üzerindeki tüm yetki ve otoritenin özellikle aracısız bir halde Allah’ın {bkz:mearic 4 Arş’ı Â’la katından/melek hızıyla bir günü 50 bin yıl olan bir sürede ancak ulaşılabilen Ahiret arşından} komuta edildiği bildirilmiş ve Şeytanların ya da cinlerin, “Arş’ı Alâ zikredilen Allah’ın Ahiret Arşına” ulaşmalarının hem zaman hem güvenlik tedbirleri açısından asla mümkün olamayacağı bildirilmiştir. {Furkan suresi 59 Hud suresi 7 Araf suresi 54 Hadid suresi 4 Rad suresi 2 Secde suresi 4,5 Taha suresi 5 Yunus suresi 3}
Yeryüzündeki tüm İş ve oluşların yönetimi açısından, Allah’ın buyruklarının daha alt bir katta {bkz:Hakka suresi 17 Melei A’la arşında} görevli olan 8 sorumlu melek tarafından idare ve tedbir edildiği ve “Sad 8, Secde suresi 5 ve Saffat 8 de” zikredilen ara kat anılan “Melei A’la arşına” ateşten yaratılmış şeytanların ya da cinlerin irtibatlanmasının en az 1000 yıllık bir süreç içinde mümkün olacağı için ve bu yüzden şefaat veya hidayet haberi taşıyan cin tekrar geriye döndüğünde haberi getirdiği aracı kişi zaten 2 bin yıl öncesinden çoktan vefat etmiş olacağı için bu müşrik aldatmacasının zaman açısından asla mümkün olamayacağı vurgulanmıştır. Saffat suresi 6~11 ve Hicr suresi 18 ayetlerinde Melei A’la arşının cinlere “takip eden yakıcı bir ateşle” tedbiren kapalı olduğu, vurgulanmakla birlikte Allah’ın diğer koruyucu meleklerine nazaran şeytan ve cinlerin de insan gibi aciz kullar oldukları ve Allah’ı hiçbir şekilde dinlemelerinin mümkün olamayacağı ve saffat 158. ayetinde İzin günü/din günü cinlerin de aynı insanlar gibi Meryem suresi 68~71 ayetlerinde tarif edildiği şekilde “cehennemde dizüstü mecburi secdeye çökertilmiş halde” sorgulanmak üzere hazır tutulacakları belirtilmiştir. Şuara suresi iniş sırasına göre Kuran’da 47. sıradadır. Daha önce inmiş sure ve ayetlerinde cinlerin ulaklığı üzerine detaylı bir reddiye yapıldığı halde Şuara suresi 210. ayetinden itibaren de cinlerin ve şeytanların İnsan ile Tanrı arasındaki ulaklığı reddedilerek kitap tilavet edilmektedir. Şuara suresi 212. ayetinde ise cinlerin; “Allah’tan gelecek bir Vahyi dinlemekten men edildikleri” tekrarlanmakta ve {Bkz; Cinn suresi } Cinlerin vahyi ilk kez Hz Muhammed (S.A.V) efendimizden dinledikleri” 40. Sırada inmiş olan Cinn suresi âyetleriyle önceden açıklanmıştır.

26/ŞUARÂ-222: Tenezzelu alâ kulli effâkin esîm(esîmin).
(O İftira eden) yalancı günahkârların hepsine inerler.
(Mutrafilerin, Hz Muhammed (S.A.V) için; O Resul değil ancak deli/mecnun bir  şairdir. iftiralarına karşılık veriliyor)

26/ŞUARÂ-223: Yulkûnes sem’a ve ekseruhum kâzibûn(kâzibûne).
Onlar, (o müşrik mutrafilere inananlar) şeytanların haberlerine kulak verirler ve onlara inanırlar ve fakat onlar hepsi yalancıdırlar.

26/ŞUARÂ-224: Veş şuarâu yettebiuhumul gâvun(gâvune).
Ve (şehirdeki) şairler de; o azgınlara (mutrafilere) tâbî olurlar.

26/ŞUARÂ-225: E lem tera ennehum fî kulli vâdin yehîmûn(yehîmûne).
Bütün vadilerde (Şuara suresinin başından itibaren ibret için kıssa edilmiş olan tüm kavimlerin ülke ve beldelerinde) onların hepsinin (hayal peşinde) koştuklarını (ve böylece sonunda helak edildiklerini) görmedin mi?

26/ŞUARÂ-226: Ve ennehum yekûlûne mâ lâ yef’alûn(yef’alûne).
Ve muhakkak ki onlar (müşrikler insanları  hidayete ulaştırıyoruz demekle) yapmadıkları şeyleri söylerler.

26/ŞUARÂ-227: İllellezîne âmenû ve amilus sâlihâti ve zekerûllâhe kesîran ventesarû min ba’di mâ zulimû, ve se ya’lemullezîne zalemû eyye munkalebin yenkalibûn(yenkalibûne).
Âmenû olanlar (Allah’a aracısız iman ve teslim olanlar) ve amilüssalihat (Allah’ı razı etmek için salih ameller) yapan ve böylece kendisine (müşrikler/kafirler tarafından) zulüm yapıldıktan sonra kendilerine Allah tarafından yardım gönderilen Allah’ı çok zikreden o kimseler hariç! O zulmedenler var ya, işte onlar yakında hangi dönüş yerine (Aziz ve Hakim Allah’ın huzurunda yargılanmaya) mutlaka döneceklerini (Bkz; Şuara suresi 201~206 yeryüzünde alay ederek acele istedikleri o cehennem azabı içinde yaşarken) idrak edecekler.