Bismillâhirrahmânirrahîm
41/FUSSİLET-1: Hâ mîm.
Hâ, mîm.
41/FUSSİLET-2: Tenzîlun miner rahmânir rahîm(rahîmi).
Rahmân ve Rahîm (olan Allah) tarafından indirilmiştir.
41/FUSSİLET-3: Kitâbun fussilet âyâtuhu kur’ânen arabiyyen li kavmin ya’lemûn(ya’lemûne).
(O), bilen bir kavim için, âyetleri tafsil edilmiş (ayrıntılanarak açıklanmış) bir Kitap olan Arapça Kur’ân’dır.
41/FUSSİLET-4: Beşîren ve nezîrâ(nezîren), fe a’rada ekseruhum fehum lâ yesmeûn(yesmeûne).
Müjdeleyici ve uyarıcı olarak. Fakat onların çoğu ondan yüz çevirdiler. Bu nedenle artık onlar işitmezler.
41/FUSSİLET-5: Ve kâlû kulûbunâ fî ekinnetin mimmâ ted’ûnâ ileyhi ve fî âzâninâ vakrun ve min beyninâ ve beynike hicâbun fa’mel innenâ âmilûn(âmilûne).
Ve dediler ki: Madem; “Bizi kendisine davet ettiğin şeye karşı, kalplerimizde (idrak etmeyi önleyen) ekinnet, (mührü) kulaklarımızda vakra ile (hasıl olmuş) bir perde var. Artık (sen dilediğini) yap! Muhakkak ki biz de dilediğimizi yapacak olanlarız.”
Aziz Allah’ı tek ve yegane otoriteleri olarak kabul etmedikleri gibi; Hakim Allah’ın hükmüne farklı ilahlarla ortak koşan müşriklerin kalplerine; “şirk küfür imanını seçmeleri yüzünden”; Aziz Allah tarafından Kuran’ı anlamalarını ve idrak etmelerini engelleyen, hicab-ı mesture/ algı idrak perdesi/örtüsü zikredilen; “ekkinet mührü” vurulduğunun 41. Sırada indirilen Yasin suresi 9,10. ayetleriyle açıklanması üzerine ve daha sonra 50. sırada indirilen İsra suresi 45,46 ayetlerinde ve 55. sırada indirilen Enam suresinde 25,26. Ayetlerinde ekkinet mührü konusunun detaylandırılarak açıklanmasından sonra, 61. Sırada indirilmiş olan Fussilet suresi 5. ayetinde müşriklerin hicab-ı mesture ekkinet mührü hususuna cevaben dile getirmiş oldukları bahaneler aktarılıyor. Ayrıca hicab-ı mesture vakra perdesi için {bkz;Fussilet suresi 44}
“36/YÂSÎN-9: Ve (Allah’a aracısız yönelip amenü olmadıkları için/küfür İmanında direndikleri için) onların önlerine ve arkalarına set kılarak böylece onları hakk-i’kat’tan (Allah katından bildirilen/indirilen mutlak gerçekten/Kuran’dan) perdeledik. Artık onlar görmezler.”
“36/YÂSÎN-10: Ve onları artık uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir. (Bkz ; İsra suresi 56 Enam suresi 25,26 Küfür İmanını tercih ettikleri için müşriklerin kalplerine vurulmuş ekkinet mühürleri yüzünden artık onlar (Zikr’i/Kuran’ı idraka) perdelidirler) Artık Onlar âmenû olamazlar.”
“17/İSRÂ-45: Sen Kur’ân’ı kıraat ettiğin (okuduğun) zaman, seninle ahirete inanmayanlar arasına hicab-ı mesture (algı/idrak örtüsü/perdesi) koyduk.
“17/İSRÂ-46: O’nu (Kur’ân’ı), fıkıh etmelerine karşı, (fıkıh edemesinler diye) kalplerinin üzerine koyduğumuz ekinnet mührü ile onların kulaklarına vakra (işitme engeli) kıldık. Ve sen, Kur’ân’da Rabbinin tekliğini (işinde ve hükmünde ortağı yardımcısı aracısı vekili olmadığını) zikrettiğin zaman onlar bu yüzden sana nefretle arkalarını döndüler./dönüyorlar.
“6/EN’ÂM-25: Ve onlardan (Allah’ın otoritesine başka ilahları eş tutarak küfür İmanını tercih etmiş o müşrik kafirlerden) kim seni dinlerse, seni anlamamaları için onların kalplerinin üzerine ekinnet (kalp mühürü) koyduk ve bu yüzden onların kulaklarında bir vakra (ağırlık) vardır. Ve onlar bütün âyetleri (mucizeleri) görseler, bile ona inanmazlar. Hatta sana geldikleri zaman, seninle bu yüzden tartışırlar. Kâfir olanlar bu yüzden: “Bu ancak (bu Kur’an) evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir.” derler”.
“6/EN’ÂM-25: Ve onlar, insanları (Allah’a aracısız iman ve teslim olmaktan ve Kuran’dan ) nehyederler (men ederler) ve kendileri de bu yüzden ondan (aracısız iman ve teslim olmaktan/Kuran’dan) uzak dururlar. Oysa onlar; (bunu yaparak) Kendilerinden başkasını helâk etmezler ve (ekkinet mühürleri yüzünden) yaptıklarının şuurunda değillerdir.”
41/FUSSİLET-6: Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhidun festekîmû ileyhi vestagfirûh(vestagfirûhu), ve veylun lil muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Ben sadece sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilâhınızın, tek bir ilâh olduğu vahyediliyor. Öyleyse (ekkinet mühürlerinizin kaldırılması için) O’na yönelin (tek otorite olan Aziz Allah’a tabi olun) ve O’ndan mağfiret dileyin. Ve yoksa( küfürde direnen) o müşriklerin vay haline!”
Kişi; Amenü olup Allah’a aracısız yönelmedikçe yani Şirk koşmaktan vazgeçmedikçe, kişinin kalbindeki mühür asla açılmaz ve tüm hassaları idraka kapalı tutulur. Bkz; Bakara suresi 7~17 Bu önemle, İslam’da vesile ve vesilecileri aradan çıkarıp Zikre/Kuran’a tabi olmak olmazsa olmaz yegane şarttır. Bkz; İsra suresi 56,57
41/FUSSİLET-7: Ellezîne lâ yû’tûnez zekâte ve hum bil âhireti hum kâfirûn(kâfirûne).
Onlar zekât vermezler. Ve onlar, onlar *ahireti inkâr edenlerdir.
Hem Arap müşriklerde hem Yahudi ve Hristiyan müşrik inançlarında (İncil ve Tevratta) ahiret inancı yoktur. Dolayısıyla yeryüzüne sınanmak üzere gönderildiklerine ve hesap gününe de inanmazlar.
41/FUSSİLET-8: İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti lehum ecrun gayru memnûn(memnûnin).
Muhakkak ki âmenû olanlar (Allah’a aracısız iman ve teslim olanlar ) ve amilüs salihat (Allah’ı razı etmek için salih amel ) işleyenler, onlar için kesintisiz ecir (mükâfat) vardır.
41/FUSSİLET-9: Kul e innekum le tekfurûne billezî halakal arda fî yevmeyni ve tec’alûne lehû endâdâ(endâden), zâlike rabbul âlemîn(âlemîne).
De ki: “Gerçekten siz, arzı iki günde halkedeni mi inkâr ediyorsunuz? Ve O’na eşler mi kılıyorsunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir.”
41/FUSSİLET-10: Ve ceale fîhâ revâsiye min fevkıhâ ve bâreke fîhâ ve kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm(eyyâmin), sevâen lis sâilîn(sâilîne).
Ve O orada, (arzda) ağır baskılarla dağları oluşturdu. Ve orayı bereketli kıldı. Orada (arzda) bulunan kulların besinlerini (rızıklarını), (Aracılar yerine Allah’tan) dilenmesi için eşit olarak dört yevmde/evrede takdir etti.
41/FUSSİLET-11: Summestevâ iles semâi ve hiye duhânun fe kâle lehâ ve lil ardı’tiyâ tav’an ev kerhâ(kerhen), kâletâ eteynâ tâiîn(tâiîne).
Önce duman halinde bulunan semaya yöneldi. Sonra da sema ve arz (oluşumu) için: “İster istemez” (ol emr-i mecburiyetinde) bütünleşin dedi. Böylece ikisi: “biraraya geldiler.”
41/FUSSİLET-12: Fe kadâhunne seb’a semâvâtin fî yevmeyni ve evhâ fî kulli semâin emrehâ ve zeyyennes semâed dunyâ bi mesâbîha ve hıfzâ(hıfzen), zâlike takdîrul azîzil alîm(alîmi).
Böylece onları iki günde yedi kat gök olarak kaza etti (tamamladı). Her gök katına kendi ol emriyle (işlevini) vahyetti. Ve sonra semadaki (ana güneş tanrısının akrabaları olduğu zannıyla çeşitli konularda ilahlarınız kabul edip yöneldiğiniz ) yıldızları, Biz gökte kandiller kıldık ve semayı (Bkz; Saffat suresi 6~11 Hicr suresi 18 yeryüzündeki tüm işlerin idare ve tedbir edildiği mele-i ala katını dinlemeye yeltenen cinleri yakıp yok eden şihab ateşiyle) muhafaza ederek koruduk. İşte bu, Azîz ve Alîm olan (Allah’ın) takdiridir.
41/FUSSİLET-13: Fe in a’radû fe kul enzertukum sâıkaten misle sâıkati âdin ve semûd(semûde).
Eğer (bu hakikata) hâlâ yüz çevirirlerse, o taktirde de ki: “Adn ve Semud kavmini yıldırım gibi ansızızın tarumar eden o azap ile şimdi sizi uyardım.”
Geçmişte tüm çok tanrılı gök tanrı inançlarında ; Güneş tanrısı baş tanrı olarak kabul edilmiştir. Yıldızlar, ana tanrı güneşin dünyayı yönetmek adına muhtelif konularda yetki vererek vekili olarak atadığı, kızları veya oğulları ya da akrabaları varsayılmıştır. Bu hakikat Kuran’da Enam suresi 75~83 ve Saffat suresi 88~98 ayetlerinde kıssa edilerek; Hz İbrahim üzerinden örneklenir. İslam haricinde geçmişte yaşamış ulusların tümü yıldızların isimlerine totemleştirdikleri putlar üzerinden “Gök tanrılara” tapınırlardı. Ve tanrıların isteklerini “put hizmetkarı” anılan put sahibi kahinlerden öğrenirlerdi. Ve gök Tanrı inançlarına göre (o dönem mesafe ölçer cihazlar henüz olmadığından) gökkubbeyi dünyanın tepesinde yüksek direkler üzerinde kurulu, tanrıların yaşadığı düz bir katman olarak tahayyül ederlerdi. Bu yüzden göktanrı inançlarına bir reddiye olarak {bkz;Lokman suresi 10 Rad suresi 2} ayetlerinde “gökyüzünü direksiz yarattık” vurgusu yapılmıştır. Yahudi müşrikler kendi krallarını Tanrının oğlu kabul edip bu vasıtasıyla tanrının yeryüzünü idare ettiğine inanıyorlardı. Hıristiyan müşrikler ise Hz İsa’yı Allah’ın oğlu olarak niteleyip sömürülerini, Kilise Ruhbanlık kurumu eliyle Hz İsa üzerinden sürdürüyorlardı. Ve {Bkz Zuhruf suresi 23} tarih boyu gelmiş geçmiş tüm şirk inançları, {Bkz; Zuhruf suresi 31} Elit hakim zümrenin çıkarları için hükümler yazan ruhbanların kurguladığı ve yönettiği bir sömürü düzeni ve aldatmacasıdır. Delalette olanlar ise Zikr’e itibar etmeyip onlara aldanan halklardır. Kuran indiği dönemde; Arap müşrikler tüm çok tanrılı inançlarda olduğu gibi Tanrının evlatları ile dünyayı yönettiğine inanıyordu ve Lat Uzza ve Menat olarak isimlendirdileri Allah’ın kızları olarak varsaydıkları yıldız tanrıların hidayeti ve şefaatini umarak onların putları önünde Allaha dolaylı yöneliyorlardı. Dolayısıyla Put sahipleri Tanrının insanlardan istediği vergileri harçları miktarıyla halka iletiyordu. Put hizmetkarı aracılar Allah’ın vekili olarak yetki verdiği kızlarıyla şeytanlar ve cinler vasıtasıyla {bkz saffat 6~11 ve Hicr 17,18 } bu yalanları reddedildiği halde haberleştiklerini aktarıyordu. Yani halk {Bkz; Zuhruf suresi 31} şehrin/karyenin mutrafileri/elitleri tarafından yıldız tanrı/ilahlarının putları önünde secde ettirilerek aracılar eliyle sömürülüyordu. {Bkz Mâide suresi 18 Necm 23 Nahl 55-60 Necm 23 Muminun 91} Müşriklerin, vekil kıldıkları putlar muhtelif toplumlarda isim olarak değişse de daima vekil saydıkları “yıldız tanrılara/ilahlara” ibadet etmişlerdir. Hicr 16 ve Saffat 6 ayetlerinde, “semayı yıldızlarla bir ziynet olarak süsledik” vurgusu Fussilet suresi 12. ayetinde de açıklandığı üzere semadaki yıldızların kutsal bir ilah değil ancak ve sadece birer yıldız olduğunu vurgulamak içindir. Müşrikler, insanları sömürme gayelerinde,Allah ile cinler arasında akrabalıklar isnad edip {bkz: saffat 158 ve Enam 100} “cinler ve şeytanlar bizim hizmetimizde göğe yükselip bize Allah’tan vahiy getiriyor” iddialarında bulunarak Hz Muhammed (S.A.V) risaletini red ediyorlardı. Ve Hicr suresi 6, Kalem suresi 51 ve Duhan suresi 14. ayetlerinde vurgulandığı üzere ve Şuara suresinde kıssa edildiği gibi ve “geçmişte yaşamış tüm mürselinlere de iftira ettikleri gibi” Hz Muhammed (S.A.V)’e deli mecnun ifitiraları atıyorlardı. Müşrik inançlarında ahiret hayatı yoktur ve onlara göre dünya tepsi gibi düz bir yerdir. Tanrıları ise bu aldatmacada; tepsi dünyanın tepesinde hemen bulutların üzerindeki bir yerde bulunan ikametgahında oturmaktadır. Bu yüzden tarihte muhtelif müşrik inançlarında tanrıya ulaşmak için (tanrının buyruklarını iletiyoruz bahanesiyle insanları sömürmek için) Babil kulesi gibi yüksek kuleler inşa edilmiştir. Ya da, halk için ulaşımı zor olan bir dağın üzerinde sözde aracı tanrılara konut inşaa edilmiş ve halk o konuttan aracılar vasıtasıyla iletilen komutlarla sömürülüp kullanılmıştır. Ya da cinlerin kendilerine ulak olduğu iddia edilerek İnsanlar Allah’ın otoritesi üzerinden karyenin mutrafileri (şehrin elitleri) tarafından aracılar/ruhbanlar eliyle sömürülmüştür. Hicr suresinde de şeytanların ve cinlerin göğe yükselip Allah ile kullar arasında aracılık görevini yerine getiremeyecekleri vurgulanmakla birlikte ilk yaratılışta tüm meleklerin, İnsan önünde secde ederek eğilmesine rağmen, Ateşten bir halk olan şeytan ve cinlerin insan önünde asla eğilmediğini ve bu yüzden yeryüzünde de insana aracılık yapan bir hizmetli konumunda asla olmayacakları vurgulanarak ilk yaratılış kıssasıyla aktarılır. Hicr suresi devam eden ayetlerinde Allah’ın Resullerini ve hak dinini inkar eden müşrik kavimlere, cinler veya şeytanlar yerine Allah’ın gönderdiği görevli meleklerin aslında hangi vesileyle geldiğini ve geldiklerinde kavimlere nasıl felaketler yaşattıklarını sureye ismini veren Hicr kavmi ve Lut kavimleri ve Hz İbrahim’den örneklerle açıklanır. Kulların üzerindeki tüm yetki ve otoritenin özellikle aracısız bir halde, Aziz Allah’ın {bkz:mearic 4 Arş’ı Â’la katından/melek hızıyla bir günü 50 bin yıl olan bir sürede ancak ulaşılabilen ahiret arşından} komuta edildiği bildirilmiştir ve Şeytanların ya da cinlerin, “Arş’ı Alâ zikredilen Allah’ın arşına” ulaşmalarının hem zaman hem güvenlik tedbirleri açısından asla mümkün olmadığı bildirilmiştir. {Furkan suresi 59 Hud suresi 7 Araf suresi 54 Hadid suresi 4 Rad suresi 2 Secde suresi 4,5 Taha suresi 5 Yunus suresi 3}
Yeryüzündeki tüm İş ve oluşların yönetimi açısından, Allah’ın buyruklarının daha alt bir katta {bkz:Hakka suresi 17 Melei A’la arşında} görevli olan 8 sorumlu melek tarafından idare ve tedbir edildiği ve “Sad 8, Secde suresi 5 ve Saffat 8 de” zikredilen ara kat anılan “Melei A’la arşına” ateşten yaratılmış şeytanların ya da cinlerin irtibatlanmasının en az 1000 yıllık bir süreç içinde mümkün olacağı için ve bu yüzden şefaat veya hidayet haberi taşıyan bir cin tekrar geriye döndüğünde haberi getirdiği aracı kişi zaten 2 bin yıl öncesinden çoktan vefat etmiş olacağı için bu müşrik sömürü/aldatmacasının zaman açısından asla mümkün olamayacağı vurgulanmıştır. Saffat suresi 6~11 ve Hicr suresi 18 ayetlerinde Melei A’la arşının cinlere “kartopu çığ misali/gittikçe büyüyerek cinleri takip eden yakıcı bir ateşle/şihab ateşiyle” tedbiren kapalı olduğu, vurgulanmakla birlikte Allah’ın diğer koruyucu meleklerine nazaran şeytan ve cinlerin de insan gibi aciz kullar oldukları ve Allah’ı hiçbir şekilde dinlemelerinin mümkün olamayacağı ve saffat 158. ayetinde İzin günü/din günü cinlerin de aynı insanlar gibi Meryem suresi 68~71 ayetlerinde tarif edildiği şekilde “cehennemde dizüstü mecburi secdeye çökertilmiş halde” sorgulanmak üzere hazır tutulacakları belirtilmiştir. Fussilet suresi iniş sırasına göre 61. Sıradadır. Şuara suresi iniş sırasına göre Kuran’da 47. sıradadır. Daha önce inmiş sure ve ayetlerinde cinlerin ulaklığı üzerine detaylı bir reddiye yapıldığı halde Şuara suresi 210. ayetinden itibaren de cinlerin ve şeytanların İnsan ile Tanrı arasındaki ulaklığı reddedilerek kitap tilavet edilmektedir. Ve Şuara suresi 212. ayetinde de cinlerin; “Vahyi Allah’tan değil ancak Hz Muhammed (S.A.V) efendimizden dinledikleri” vurgulanmaktadır. Kuran’ı Hz Muhammed (S.AV) ‘den dinleyen cinlerin verdikleri tepki için 40. Sırada inmiş olan Cinn suresine bkz
41/FUSSİLET-14: İz câethumur rusulu min beyni eydîhim ve min halfihim ellâ ta’budû illallâh(illallâhe), kâlû lev şâe rabbunâ le enzele melâiketen fe innâ bimâ ursiltum bihî kâfirûn(kâfirûne).
Onlara önlerinden ve arkalarından (kendilerinden önce yaşamış müşrik kavimlere ve onların ardından tarih boyu sınanan diğer kavimlere ) Allah’tan başkasına kul olmamaları için resûller geldiği zaman hepsi de dediler ki: “Eğer Rabbimiz dileseydi, mutlaka (ölümlü bir beşer yerine) melekleri indirirdi. Bu sebeple gerçekten biz, sizin, kendisiyle gönderildiğiniz şeyi (İslam’ı/Zikri/Kuran’ı) inkâr edenleriz.”
41/FUSSİLET-15: Fe emmâ âdun festekberû fîl ardı bi gayril hakkı ve kâlû men eşeddu minnâ kuvveh(kuvveten), e ve lem yerev ennellâhellezî halakahum huve eşeddu minhum kuvveh(kuvveten) ve kânû bi âyâtinâ yechadûn(yechadûne).
Ve Ad kavmi, onlar da yeryüzünde haksız yere kibirlendi. Ve dediler ki: “Kuvvet bakımından bizden daha güçlü kim vardır?” Oysa, Onları yaratan Allah’ın kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlü olduğunu görmediler mi? Ve onlar da âyetlerimizi bilerek inatla inkâr ediyorlardı.
41/FUSSİLET-16: Fe erselnâ aleyhim rîhan sarsaran fî eyyâmin nahisâtin li nuzîkahum azâbel hizyi fîl hayâtid dunyâ, ve le azâbul âhireti ahzâ ve hum lâ yunsarûn(yunsarûne).
Bunun üzerine, dünya hayatında, zillet azabını onlara tattırmamız için, ( helak edildikleri) o uğursuz günlerde, onların üzerine şiddetli bir sesle gelen soğuk bir fırtına gönderdik. Ve muhakkak ki ahiret azabı daha çok rezil edicidir. Ve onlara orada (şefaat umdukları aracılardan) yardım da olunmaz.
41/FUSSİLET-17: Ve emmâ semûdu fe hedeynâhum festehabbûl amâ alel hudâ fe ehazethum sâıkatul azâbil hûni bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
Ve Semud (kavmine) gelince, o zaman onları (Resûl’ümüz Salih A.S ile) hidayete çağırdık. Buna rağmen onlar da hidayete karşı âmâ olmayı sevdiler. (tercih ettiler). Bu sebeple azabı kazanmış olduklarından dolayı onları da yıldırım gibi ansızın gelen bir azap bir yakaladı.
41/FUSSİLET-18: Ve necceynellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Ve Biz de, sadece âmenû olanları (Allah’a aracısız iman ve teslim olanları) kurtardık. Ve (çünkü) onlar, (Allah’a) takva sahibi olmuşlardı.
41/FUSSİLET-19: Ve yevme yuhşeru a’dâullâhi ilen nâri fe hum yûzeûn(yûzeûne).
Allah’ın düşmanları olan (o müşrik kafirler) o gün (kıyamet/izin günü) ateşe (cehenneme) haşrolunurlar. Böylece onlar (Bkz. Meryem suresi 68~71 önce ve sonra yaşamış olan tüm kavimlerle birlikte, cehennemin içinde bulunan ve tüm kulların yargılandığı o Araf meydanında) biraraya getirilirler.
41/FUSSİLET-20: Hattâ izâ mâ câûhâ şehide aleyhim sem’uhum ve ebsâruhum ve culûduhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Hatta ona (cehenneme/Araf meydanına/sorgulanma alanına) geldikleri zaman yeryüzünde yapmış oldukları tüm şeylere, gözleri, kulakları ve uzuvlarıyla “yeryüzü bedenleri” onların aleyhine şahitlik edecek.
41/FUSSİLET-21: Ve kâlû li culûdihim lime şehidtum aleynâ, kâlû entakanallâhullezî entaka kulle şey’in ve huve halakakum evvele merretin ve ileyhi turceûn(turceûne).
Ve ahirette (Bkz; Hicr suresi 28 Rahman suresi 14 Hacc suresi 5-6-7 hiç yaşlanmayan yıpranmayan “hamein mesnun salsalin” tinden muhteva ahiret bedenlerine tahric edilip sorgulanan kullar) kendi yeryüzü bedenlerine: “Niçin bizim aleyhimize şahitlik ettiniz?” diyecekler. (Yeryüzü bedenleri de) diyecek ki: “Bizi, (burada sizden bağımsız konuşur kılarak) herşeyi söyleten Allah söyletti. Muhakkak ki yeryüzünde size; “Sizi O ilk önce ahirette (“hamein mesnun salsalin tinden muhteva yıpranmayan ahiret bedenlerinizde) yarattı ve sonunda hepiniz yargılanmak üzere (tekrar ölümsüz ahiret bedenlerinize) tahric edileceksiniz.” Diye {bkz; Muminun suresi 12~16 âyetleriyle} size beyan edilmişti.
Ahiret inancı taşımayan tüm çok tanrılı şirk inançlarının aksine; İslamda halden hale merhale edilmiş üç yaratılış vardır.
Ve O, sizi halden hale merhalelerle yaratmıştır. Nuh suresi 14
1. Merhale: Adem ve eşinin yaratılmasıyla başlayan ahiret yaşamındaki, “hamein mesnun salsalin tinden/topraktan muhteva” yıpranmayan kalıcı bedenlerimizde ilk yaratılışımız {Bkz; Hicr suresi 28 Rahman suresi 14 Hacc suresi 5-6-7}
2. Merhale; Sınanmak üzere gönderildiğimiz yeryüzünde anne karnında dünya yaratılışımız
3.Merhale: Ölümü tattıktan sonra tekrar, “hiç yaşlanmayan/yıpranmayan ölümsüz bedenlerimize tahric edilmekle” üçüncü merhaleyi tamamladığımız sonsuz hayattır. {bkz İslamda 3 karanlık geçişi; 3 merhale Zumer suresi 6)
41/FUSSİLET-22: Ve mâ kuntum testetirûne en yeşhede aleykum sem’ukum ve lâ ebsârukum ve lâ culûdukum ve lâkin zanentum ennellâhe lâ ya’lemu kesîren mimmâ ta’melûn(ta’melûne).
(Oysa Siz yeryünde iken;) Kulaklarınız, gözleriniz ve uzuvlarınızla birlikte yeryüzü bedenlerinizin kendi aleyhinizde şahitlik etmeyeceğini zannediyordunuz. Ve yeryüzünde yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilemeyeceğini zannediyordunuz.
41/FUSSİLET-23: Ve zâlikum zannukumullezî zanentum bi rabbikum erdâkum fe asbahtum minel hâsirîn(hâsirîne).
Ve işte Rabbiniz hakkındaki sizin bu zannınız, sizi helâka sürükledi. Böylece şimdi hüsrana düşenlerden oldunuz. Denir.
41/FUSSİLET-24: Fe in yasbirû fen nâru mesven lehum ve in yesta’tibû fe mâ hum minel mu’tebîn(mu’tebîne).
Nasıl sabredebileceklerse artık o ateş onların sürekli kalacakları yerdir. Ve onlar orada affedilmek isteseler dahi, asla affedilecek değillerdir.
41/FUSSİLET-25: Ve kayyadnâ lehum kurenâe fe zeyyenû lehum mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve hakka aleyhimul kavlu fî umemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins(insi), innehum kânû hâsirîn(hâsirîne).
Onlara yeryüzünde (Bkz; Fussilet suresi 29 şeytanları ve şeytanın dostlarını/aracıları) yakın arkadaşları olarak musallat ettik. Böylece önlerinde ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) onlara süslediler. (Amenü olmaya yanaşmadıkları için) Cinlerden ve insanlardan olsun, onlardan önce gelmiş geçmiş ümmetlerin hepsinin üzerine ( Bkz; Saffat suresi 29~40 sapan olsun saptıran olsun) böylece cehennem azabı sözü hak oldu. Muhakkak ki onlar, hüsrana düşmüş olanlardır.
41/FUSSİLET-26: Ve kâlellezîne keferû lâ tesmeû li hâzel kur’âni velgav fîhi leallekum taglibûn(taglibûne).
Kâfirler: “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, okudukları zaman gürültü/yaygara yapın. Umulur ki böylece siz gâlip olursunuz.” dediler.
41/FUSSİLET-27: Fe le nuzîkannellezîne keferû azâben şedîden ve le necziyennehum esveellezî kânû ya’melûn(ya’melûne).
Bundan sonra o inkâr edenlere, mutlaka şiddetli azabı tattıracağız. Ve onları yaptıklarının en kötüsüyle mutlaka cezalandıracağız.
41/FUSSİLET-28: Zâlike cezâu a’dâillâhin nâr(nârun), lehum fîhâ dârul huld(huldi), cezâen bimâkânû bi âyâtinâ yechadûn(yechadûne).
İşte bu Allah’ın düşmanlarının cezası olan ateştir. Âyetlerimizi bilerek inkâr etmiş olmaları sebebiyle ceza olarak, onlar için cehennemde ebedîlik yurdu vardır.
41/FUSSİLET-29: Ve kâlellezîne keferû rabbenâ erinellezeyni edallânâ minel cinni vel insi nec’al humâ tahte akdâminâ li yekûnâ minel esfelîn(esfelîne).
Kâfirler (cehennemde pişmanlıkla) dediler ki: “Rabbimiz, insanlardan ve cinlerden bizi saptıranları bize göster. Onları şimdi ayaklarımızın altına alalım ki en aşağıda kalanlardan olsunlar.”
41/FUSSİLET-30: İnnellezîne kâlû rabbunâllâhu summestekâmû tetenezzelu aleyhimul melâiketu ellâ tehâfû ve lâ tahzenû ve ebşirû bil cennetilletî kuntum tûadûn(tûadûne).
Muhakkak ki: “Rabbimiz Allah’tır.” deyip, sonra da onun ayetiyle indirdiği hak dine yeryüzündeyken istikamet üzerinde olanlara melekler inerler ve: “Korkmayın ve mahzun olmayın. Ve (yeryüzünde Zikr/Kuran ile) vaadolunduğunuz cennetle işte şimdi sevinin!” (derler).
41/FUSSİLET-31: Nahnu evliyâukum fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhireh(âhireti), ve lekum fîhâ mâ teştehî enfusukum ve lekum fîhâ mâ teddeûn(teddeûne).
Biz hem burada (ahirette) hem de yeryüzünde sizin dostlarınızız. Burada artık sizin için canlarınızın istediği ve talep ettiğiniz (her)şey vardır. Derler.
41/FUSSİLET-32: Nuzulen min gafûrin rahîm(rahîmin).
Gafûr (günahları mağfiret eden) ve Rahîm olan (Allah) tarafından ziyafet (ikram) olarak.
41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).
Allah’a davet eden (insanları aracılık kurumundan nehy edip Allah’a ve hükümlerine tabi olmayı öğütleyen) ve (Allah’ı razı etmek için) salih amel işleyen ve: “Muhakkak ki ben Allah’a teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
41/FUSSİLET-34: Ve lâ testevîl hasenetu ve les seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe izellezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).
Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir. Sen, kötülüğü en güzel karşılıkla idfa et. (söndür). O zaman bir bakarsın seninle arasında düşmanlık olan kişi, samimi bir dost gibi olur.
41/FUSSİLET-35: Ve mâ yulakkâhâ illellezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm(azîmin).
Ona (idfa edebine/ kötülüğü iyilikle söndürme, bertaraf etme hasletine Allah yolunda) sabredenlerden ve hazzul azîm (Allah yolunda mücadelede kararlı ve azimli olanların yaşadığı o büyük haz) sahiplerinden başkası ulaştırılmaz.
41/FUSSİLET-36: Ve immâ yenzeganneke mineş şeytâni nezgun festeız billâh(billâhi), innehu huves semîul alîm(alîmu).
Ama şeytandan sana mutlaka vesvese gelecektir. (Şeytan arada bir kararlılığını/azmini engellemek isteyecektir) O zaman (böyle durumlarda/anlarda) Allah’a sığın. Muhakkak ki O, seni en iyi işiten ve en iyi bilendir.
41/FUSSİLET-37: Ve min âyâtihil leylu ven nehâru veş şemsu vel kamer(kameru), lâ tescudû liş şemsi ve lâ lil kameri vescudû lillâhillezî halakahunne in kuntum iyyâhu ta’budûn(ta’budûne). (SECDE ÂYETİ)
Gece ve gündüz, Güneş ve Ay Allah’ın yaratılış Alametlerindendir. Eğer Allah´a ibadet etmek istiyorsanız, artık güneşe de aya da secde etmeyin. Onları (size ışık ve ısı olması için emrinize muhassar kılan) yaratan Allah´a secde edin!” Fussilet suresi 37
Tüm çok tanrılı inançlarda olduğu gibi, {bkz:Enam 75~79} Arap coğrafyasında da Güneş ana Tanrı kabul edilmekteydi. Ay ve yıldızlar ise onun ailesinin bir ferdi olarak görülürdü ve her şehrin ay veya bir yıldıza nisbet edilerek isimlendirilmiş ana tanrıya aracılık yapan farklı ilahları vardı. Sömürü düzenin bir çarkı olarak aracılar tarafından uydurularak isim konulmuş yıldız ilahlara/putlarına ibadet etmek, aynı zamanda”put hizmetkarları veya putun hizmetkar kulları” olarak anılan kahinlerin de isteklerini kabul etmek demekti. {bkz; necm,19~23 bkz: zuhruf 19 bkz: Ali İmran 80}.
Arap put hizmetkarlarının içinde en önemlisi “abd al uzza” idi.
Hem ehli kitap hem de Arap müşrik inançlarında ahiret yaşamı yoktur ve tüm çok tanrılı inançlarda olduğu gibi insanlar öldükten sonra toprağın altında “ölüler diyarı” olarak andıkları bir yere sevk edilir. Tanrıların aracısı sayılan put sahibi kahinlerin söylediklerini yapmayanların kükürt havuzlarında yakılacağı belirtilirdi. Bu ateşin başında bekçilik yapıp insanların ateşe atılıp atılmaması kararını veren kahinlerden birisi Ebu Leheb’tir. Ebû Leheb’in asıl adı, Abdüluzzâ b. Abdulmuttalib b. Hâşim’dir. İsminin önünde bulunan “Abd al Uzza” Arapların en önemli putlarından olan ve tanrının yeryüzü yönetiminde vekili tayin edip hükmüne ortak ettiği kızlarından birisi kabul edilen, “tanrıça Uzza’nın” kulu hizmetkarı manasındadır. Ve, Arap mitolojisine göre Tanrıça Uzza, Tanrı’nın evlatları olduğu varsayılan gökteki yıldızların ve ayın büyük ablasıdır.
Ebu Leheb, Uzza putunun hizmetkarının ismi değil mahlasıdır. Ebu leheb= Arapça, “Ateşin babası” demektir. Müdessir 31.ayetinde “Biz ateş ehlini yani cehennem bekçilerini meleklerden başkası kılmadık” açıklaması, müşrikler arasında ateşin ehli olarak anılan ve insanların kükürt havuzlarında yakılıp yıkılmaması kararını veren put hizmetkarı Ebu Leheb hakkındadır. Ve insanları ateşe atma yetkisini elinde bulundurduğunu iddia eden Uzza putunun hizmetkarı Ebu leheb‘ in asıl kendisinin cehenneme atılacağı Allah’ın Tebbet suresi ilanı ile açıklanmıştır.
Tüm aracılı şirk inançları, {bkz; Zuhruf suresi 23,31} Kuran’da karyenin mutrafileri (kavmin ileri gelenleri zenginleri) olarak zikredilen “Elit hakim zümre ve onların çıkar payandası olan ruhbanların” kurguladığı ve yönettiği bir sömürü düzeni ve aldatmacasıdır. Bu aldatmacada “güneş tanrısının’ ailesinden olduğu varsayılan Şira ve Tarık gibi yıldızlar; Güneş tanrısının insanları gözlemlemekle görevlendirdiği ve durumlarına göre (yeterli vergiyi ödemeleri veya ödememeleri halinde) kimi zaman insanları koruduğu ya da onlara musibetler isabet ettirdiği birer gök tanrısı kabul edilmiştir. Kuran indiği dönemde de Tanrıça şira; Ana Güneş tanrısının ailesinin bir ferdi olarak itibar görürdü ancak, güneş tanrısının (yani aracıların uydurma tanrısının) ana konularda vekili kıldığı (Yahudilerde kıralları/Hristiyanlarda Hz İsa/Araplarda Lat Menat ve Uzza) Tanrı’nın sözde oğlu ve kızları ülke yönetiminde genel yetkilere haiz iken, tanrıça şira ve tarık gibi yıldızlar bazı özel konular çerçevesinde vekaleti olan tanrıçalar olarak kabul ediliyordu. Şira tanrıçası, (Latince Sirius) müşrik kavimlerde farklı dillerde farklı isimlerle anılmıştır. Dogonlar’da Sigi, Bambara’larda Sigo, Araplar’da Şira, Yunanlılar’da Serius, Romalılar’da Sirus, Asur-Babil dinlerinde Kak-si-si, Hititler’de Kaksidi ,Zerdüşt inancını benimsemiş olan tüm kavimlerde Tiştria, Bozolar’da Sima Galyalılar’da Sirona olarak adlandırılmıştır ve her ulusta, üzerine farklı fitne hikayeleri anlatıp methiyeler düzülmüştür. Sözde hidayete ulaştıran kısmetleri açan kabir azabını önleyen vb yetkileri olan bir vekil tanrı olarak gösterilmiştir. Ve asırlar boyu tüm müşrik kavimler, aracıların farklı şekilde tasvir edip yonttukları güneş ay yıldızlar gibi göktanrı putları üzerinden hükümler koyarak halkı aldatıp sömürmüşlerdir.
Kuran’da bu önemli husus muhtelif ayetleriyle defaatla zikredilirken {bkz; Yunus suresi 5} tapındıkları Güneşin insanlar için bir Ziya (ışık ve aydınlık) ve Allah’a evlat nisbet ederek dolaylı yöneldikleri ay ve yıldızların sadece ışık veren cisimler olduğu defaatla vurgulanmıştır. Örneğin Fussilet suresi 37 SECDE ayetinde bu husus şöyle vurgulanmaktadır;
“Gece ve gündüz, güneş ve ay Allah’ın yaratılış âlametlerindendir. Eğer Allah´a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları (size ışık ve ısı olması için emrinize muhassar kılan) yaratan Allah´a secde edin!” Fussilet suresi 37
Müşriklerin, vekil kıldıkları putlar muhtelif toplumlarda isim olarak değişse de daima değişik konular üzerinde vekil gördükleri “yıldız tanrılara/ilahlara” ibadet etmişlerdir. (Aşk tanrısı Bereket tanrısı vb gibi).
Kuran’da zikredilen “Şira yıldızı” da bu aldatmaca yıldız tanrılardan sadece birisidir. Hicr 16 ve Saffat 6 ayetlerinde, “semayı yıldızlarla bir ziynet olarak süsledik” vurgusu yıldızların kutsal değil ancak ve sadece birer yıldız olduğunu açıklamak içindir. Ve Necm suresi 1. açılış ayetinde ufukta kaybolan yıldızların kutsal değil ancak bir yıldız olduğu yeminle vurgulanmaktadır. Ve {bkz:Necm suresi 49} “İnsanların bazı konularda medet umduğu Şira yıldızı ” gibi, Tarık yıldızı’nın da kutsal değil ancak ve sadece bir yıldız olduğu, Tarık suresi açılış âyetleriyle vurgulanmakta ve Aziz Allah, kullarının korunması ve denetlenmesi görevini sadece emrindeki meleklere verdiğini Tarık suresi 4. ayetiyle açıklamaktadır.
Fussilet suresi 37. Ayetinde çok tanrılı gök inançlarından kalma batıl müşrik sömürü müessesinin batıl/uydurma hikayelerine artık inanmamaları gerektiği, güneş, ay ve yıldızlara yani kutsal saydıkları gök ilahlarına artık secde etmemeleri gerektiği vurgulanmaktadır.
41/FUSSİLET-38: Fe inistekberû fellezîne inde rabbike yusebbihûne lehu bil leyli ven nehâri ve hum lâ yes’emûn(yes’emûne).
Eğer bu uyarıya rağmen onlar (Allah’a karşı) hâlâ kibirleniyorlarsa, bilsinler ki Rab’lerinin katında bulunanlar (Melekler size aracıların anlattığı gibi Allah ile kullar arasında put hizmetkarları veya din adamları vasıtasıyla vekalet ile aracılık yapamazlar/Melekler sadece Allah’a hizmet ederler) gece ve gündüz, O’nu tesbih ederler ve onlar O’na (Allah’a) hizmet etmekten hiç bıkmazlar.
41/FUSSİLET-39: Ve min âyâtihî enneke terel arda hâşiaten fe izâ enzelnâ aleyhel mâehtezzet ve rebet, innellezî ahyâhâ le muhyîl mevtâ, innehu alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).
Ve onun âyetlerindendir ki, arzı gerçekten kurumuş gördüğünde; Onun üzerine su indirdiğimiz zaman toprak hareketlenip kabararak yaşam peydah olmaya başlar. Muhakkak ki ona (cansız bir arza) hayat veren (Allah), elbette ahiret hayatını yaratmaya ve orada ölülere de yeniden hayat vermeye kaadirdir ve muhakkak ki O, her şeye kaadirdir.
41/FUSSİLET-40: İnnellezîne yulhıdûne fî âyâtinâ lâ yahfevne aleynâ, e fe men yulkâ fîn nâri hayrun em men ye’tî âminen yevmel kıyâmeh(kıyâmeti), i’melû mâ şi’tum innehu bimâ ta’melûne basîr(basîrun).
Muhakkak ki, âyetlerimizde saptırma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Kıyâmet günü ateşin içine konulanlar mı yoksa Bize emin olarak gelenler mi hayırlıdır? göreceksiniz. Şimdilik, Dilediğinizi yapın. Muhakkak ki O, yaptıklarınızı en iyi görendir. De.
41/FUSSİLET-41: İnnellezîne keferû biz zikri lemmâ câehum, ve innehu le kitâbun azîz(azîzun).
Gerçekten onlar, kendilerine * zikir (Kur’ân) geldiği zaman (O’nu) inkâr ettiler. Ve muhakkak ki O, Azîz bir Kitap’tır.
Hükümlerine sadakat dairesinde sınamak gayesiyle yeryüzüne gönderdiği insanoğlu için Aziz ve Hakim Allah, her dönem Resul’leri ile sınanma hükümlerini ihtiva eden buyruklarını göndermiştir. Ve {bkz; Beyyine suresi 3} Her dönem gönderdiği hükümler aynı olduğu için, “hükümleri tekrarı” manasıyla Kuran’ın ana ismi zikir’dir. Kuran’ın ve Hz Musa’ya gönderilen Tevrat’ın ve Hz İsa’ya gönderilen İncil’in ve diğer Resul’lere gönderilen kitapların ortak ismi aynı hükümleri barındırdığı için “hükümlerin tekrarı” manasıyla zikir’dir. Zikir tek tanrılı İslam dininin hüküm kitabının ortak ismi iken; Kuran Tevrat veya İncil gibi isimler Zikrin {Bkz: Rad suresi 38} dönemsel niteleyici adlarıdır. Diğer kitaplar geçmişte {Bkz: Bakara suresi 100,101 Hicr suresi 90} muktesim müşrik aracılar tarafından tahrif edildiği için bu nedenle Aziz Allah SÂD suresi 1. ayetinde Kur’an’dan “Zikr kitabının sahibi” yani “içeriğinde İslam hükümlerini eksiksiz barındıran yegane kitap” olduğunu vurgulamıştır.
41/FUSSİLET-42: Lâ ye’tîhil bâtılu min beyni yedeyhi ve lâ min halfih(halfihî), tenzîlun min hakîmin hamîd(hamîdin).
Bâtıl, (şirk sömürü hükümleri), hangi dönemde/ne zaman indirilmiş olursa olsun Zikrin içine ulaşamaz. (şimdiye kadar Zikr’in içine insan eliyle yazılmış/uydurulmuş hiç bir batıl hüküm karışmamıştır. Çünkü) O Zikr/Kuran (ilahi ilmi ve hikmetiyle hükümler koyan) Hâkim ve Hamîd (Hamd edilmeye layık olan) Allah tarafından indirilmiştir.
41/FUSSİLET-43: Mâ yukâlu leke illâ mâ kad kîle lir rusuli min kablik(kablike), inne rabbeke le zû magfiretin ve zû ikâbin elîm(elîmin).
Sana söylenen vahiy de, senden önceki mürselinlere söylenmiş olandan (Allah’ın önceki dönemlerde mürselinleri vasıtasıyla indirip tebliği ettirdiği Zikr hükümlerinden) başka bir şey değildir. Muhakkak ki senin Rabbin, mağfiretin ve o elîm azabın (ahiret azabının) sahibidir.
41/FUSSİLET-44: Ve lev cealnâhu kur’ânen a’cemiyyen le kâlû lev lâ fussilet âyâtuh(âyâtuhu), e a’cemiyyun ve arabîy(arabîyyun), kul huve lillezîne âmenû huden ve şifâun, vellezîne lâ yû’minûne fî âzânihim vakrun ve hûve aleyhim amâ(amen), ulâike yunâdevne min mekânin baîd(baîdin).
Araba yabancı dil mi? Ve eğer O’nu (Kuran’ı), yabancı dil bir Kur’ân kılsaydık, bu kez de: “O’nun âyetlerinin bize Arapça açıklanması gerekmez miydi?” diye bahane edeceklerdi. Çünkü (Bkz; Fussilet süresi 5 kalplerine ekkinet tabedildiği için böyle bahaneler üreten) o mü’min olmak istemeyen kimselerin kulaklarında mutlaka bir vakra (perde) vardır. Sanki onlara duyamayacağı çok uzak bir yerden seslenilir. İşte O (Kur’ân), artık onlara karşı bir körlüktür. De ki: “O, (Kur’an) ancak “âmenû olanlar için” (Allah’a aracısız iman ve teslim olanlar için) bir hidayet ve şifadır”.
41/FUSSİLET-45: Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe fahtulife fîh(fîhi), ve lev lâ kelimetun sebekat min rabbike le kudıye beynehum, ve innehum lefî şekkin minhu murîb(murîbin).
Ve andolsun ki Musa (a.s)’a kitap verdik. Fakat onun hakkında da (çeşitli bahaneler üreterek) ihtilâf ettiler. Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, (sınanmaları gayesinde yaşadıkları ömür süreli yeryüzü sınav fırsat hayatını, Aziz Allah, onlara önceden ahirette söz vermemiş olsaydı) onların arasında hemen hüküm verilirdi. (o vakit hemen canları alınırdı) Ve muhakkak ki onlar, ahiret hayatından ve ahirette yargılanmaktan mutlaka şek ve şüphe içinde olanlardır.
41/FUSSİLET-46: Men amile sâlihan fe li nefsihî ve men esâe fe aleyhâ, ve mâ rabbuke bi zallâmin lil abîd(abîdi).
Kim yeryüzünde (Allah’ı razı etmek için) salih amel işlerse, kendisi içindir. Ve kim (hükmüne asi olup) kötülükler yaparsa, o da onun aleyhinedir. Ve senin Rabbin (ahirette hesap gününde sebepsiz yere) kullarına asla zulmedici değildir.
41/FUSSİLET-47: İleyhi yureddu ilmus sâah(sâati), ve mâ tahrucu min semerâtinmin ekmâmihâ ve mâ tahmilu min unsâ ve lâ tedau illâ bi ilmih(ilmihî), ve yevme yunâdîhim eyne şurekâî kâlû âzennâke mâ minnâ min şehîd(şehîdin).
O saatin (kıyâmetin) ilmini yalnızca Allah bilir. O’nun ilmi (bilgisi) olmadan, hiçbir meyve, tomurcuğundan çıkmaz. Hiçbir kadın, hamile kalmaz ve doğum yapamaz. Onlara (uydurdukları düzmece ilahlarla Allah’a ortak koşan o müfteri müşriklere) “Benim ortaklarım nerede?” diye seslenileceği o hesap günü (gözleriyle hakikata şahit oldukları için artık) “Sana arzettik, çünkü artık bizden buna (Allah’tan başka ilahlar olduğuna) şahitlik edecek kimse yoktur.” derler.
41/FUSSİLET-48: Ve dalle anhum mâ kânû yed’ûne min kablu ve zannû mâ lehum min mahîs(mahîsın).
Ve daha önce yeryüzünde tapmış oldukları o şeyler, (o sahte düzmece ilahlar) ahirette gerçeklerle birlikte bir hakikat üzerinde onlardan uzaklaşıp gider. Ve onlar orada artık kaçacak başka hiç bir yer olmadığını anlarlar.
41/FUSSİLET-49: Lâ yes’emul insânu min duâil hayri ve in messehuş şerru fe yeûsun kanût(kanûtun).
Eğer (yeryüzünde) ona bir şerr dokunursa, işte o zaman hemen yeise kapılır ve ümitsiz olur. Ve ardından yalvararak hayrı için dua etmekten usanmaz
41/FUSSİLET-50: Ve le in ezaknâhu rahmeten minnâ min ba’di darrâe messethu le yekûlenne hâzâ lî ve mâ ezunnus sâate kâimeten ve le in ruci’tu ilâ rabbî inne lî indehu lel husnâ, fe le nunebbiennellezîne keferû bimâ amilû ve le nuzîkannehum min azâbin galîz(galîzin).
Ve ona şerden bir zarar dokunduktan sonra Bizden bir rahmet tattırırsak, (kendisine yardım eden Aziz Allah olduğu halde, yardımı kendi ilahlarına malederek) mutlaka “Bu benim ilahımdandır. der. Ve ardından zan ile “ben, o kıyamet saatinin kaim olacağını” düşünmüyorum der. Ve (tüm şirk inançlarında olduğu gibi; Ahiret hayatını ve ahirette Allah tarafından hesaba çekileceğini) İnkar eder. Ve (duasına icabet ederek ona tattırmış olduğumuz Rahmetin Allah’ın evladı olarak nitelediği kendi ilahından bir yardım olduğu zannıyla) eğer gerçekten (Kur’an’da zikredildiği gibi beni yargılayacak) Rabbime geri döndürülecek olsam bile, muhakkak ki O’nun yanında bana da güzellikler vardır.” der. (yeryüzünde Allah’ın evlatlarına itaatkar/yakın olma zannıyla böylece kendilerini kandırırlar) O zaman ahirette kâfirlere, yaptıkları tüm şeyleri elbette Biz haber vereceğiz. Ve mutlaka dehşetli azaptan onlara da tattıracağız.
41/FUSSİLET-51: Ve izâ en’amnâ alel insâni a’rada ve neâ bi cânibih(cânibihî), ve izâ messehuş şerru fe zû duâin arîd(arîdın).
Ve işte böyle, insana bir ni’met verdiğimiz zaman hep (Allah’tan) yüz çevirerek yan çizdi (yardımın düzmece sahte bir ilahtan geldiği zannıyla şükrün asıl sahibi olan Allah’tan uzaklaştı). Ve ona bir şerr dokunduğu zaman ise artık o zaman tekrardan ve usanmadan dua etmeye devam etti.
41/FUSSİLET-52: Kul e reeytum in kâne min indillâhi summe kefertum bihî men edallu mimmen huve fî şikâkın baîd(baîdin).
De ki: “Gördünüz mü? Eğer O (size verilen o nimetler/yardımlar), Allah’ın indinden ise sonra da siz O’nu inkâr ettiyseniz, Allah’tan uzak bir ayrılığın içinde olandan daha çok dalâlette olan kim vardır?”
41/FUSSİLET-53: Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk(hakku), e ve lem yekfi bi rabbike ennehu alâ kulli şey’in şehîd(şehîdun).
Onlara nimetler bahşedip yardımlarıyla Rahmet eden Allah’ın) Varlığını ve delillerini, ufuklarda (kâinattaki uçsuz bucaksız yaratılış alametleriyle) enfüslerine (vicdanlarına) beyan ederek gösteriyoruz ki, O Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Diye. Rabbinin, her şeye şâhit olması kâfi değil mi?
41/FUSSİLET-54: E lâ innehum fî miryetin min likâi rabbihim, e lâ innehu bi kulli şey’in muhît(muhîtun).
Onlar gerçekten Rab’lerine mülâki olmaktan (Allah’ın Rahmetine/yardımlarına aracısız/ilahsız kavuşabilmekten) şüphe içindeler, öyle değil mi? O (herşeyi ve herkesi yaratan) Allah ki; her şeyi O ihata etmiştir. (O ilahi ilmi ve hikmetiyle yarattığı tüm varlıklara hükümler verip, her hal ve şartta ta’van ev kerhen/isteseler de istemeseler de onları kuşatabilecek bir kudrete maliktir) öyle değil mi?